3 Eylül 2010 Cuma

Değer Vermek

Kime değer veriyoruz? Aile,arkadaş,sevgili gibi kişilere öncelikle. Peki değer verdiğimiz kişiler bize ne kadar değer veriyor? Bu altın soru, ve bütün bu yazı bunun üzerine olacak.

Arkadaş ve aile bir insanın olmazsa olmazıdır. Ne arkadaşsız ne de ailesiz insan olmaz. Arkadaşlık bizim seçimlerimizle aile ise tamamen seçimimiz haricinde gelişir. Derken gün gelir bir arkadaşımızı ailemize almaya karar veririz ve karşı cinsten en iyi arkadaşımız ile evleniriz. Ona duyduğumuz sevgi bambaşkadır. Böylece yeni bir aile sahibi oluruz ama bu sefereki tamamen kendi seçimlerimize dayanmaktadır. Bu durumda ilk ailemizi çekirdek aile adı ile anabilriz. Öyleyse 3 ana bölümde inceleyeceğiz değer verme konusunu ;

Arkadaş

Hepimiz arkadaşlarımızı çok severiz. Onlar ile eğlenir onlar ize gezer iyi ve kötü günlerimizi paylaşırız. Peki arkadaşınızın size değer verdiğini ne zaman anlarsınız? Duyar gibiyim; kötü günde. Evet, ama, kötü gün kavramı illa başınıza gelen büyük bir felaket olmamalıdır, gerçek arkadaşınız sizin günlük hayatınızda da iyi mi kötü mü olduğunuzu anlamalı ve size her zaman yakın durmalıdır. O halde size gerçekten değer veren arkadaşınız sizinle değil SİZİ yaşayan arkadaşınızdır. En büyük değer kargaşası genelde arkadaşlar arasında olur. Genelde her iki taraf birbirinden memnun değildir bu konuda. En iyi yolu ise açık olmaktır. Arkadaşlık kavramı çok geniş, ama bence size değer veren kişilerle sadece eğlence uğruna vakit geçirmek pek de yakışıklı bir hareket değildir.

Çekirdek Aile

Yani anneniz, babanız ve kardeşleriniz. Onlar da size sizde onlara sonsuz sevgi duyuyorsunuz. Ama unutmayın ki onlarında bir hayatı var. Tek yaşamları siz değilsiniz. Ailenize her zaman gereğinden fazla değer verin ama unutmayın sizin tek sorumluluğunuz onlar değil. Onlar zaten size gereken değeri verecektir. Ailenize asla bozulmayın ve kızmayın. Bir ihtiyacınız olduğunda size yardımcı olamıyorlarsa mutlaka bir sebeleri vardır. O halde Çekirdek Aile ye verilen değer sonsuz olmalı, onlar zaten size sonsuz değer veriyor.

Yeni Aile

Yani eşiniz ve çocuklarınız. Eşinize değer verin ama daha önemlisi ona saygı duyun. Onunda size değer vermesini ama daha önce saygı duymasını isteyin. Dikkat etmişsinizdir sevgiden bahsetmiyorum bile. Zaten bir arada olmanızın birinci kuralı birbirinizi seviyor olmanız değil mi ki. Hayatta sizinle en yakın kişi eşinizdir. Ona çok değer verin. O sizin en değerli mücevherinizdir. İyi ve kötü günde yanınızda olacaktır. Zaten eğer olmuyorsa hiç zorlamayın koyverin gitsin. Çocuklarınız ise çok uzun yıllar sizin değerinizi bilmeyecektir ki buda çok normaldir. Çocuklarınızın küçük yaşlarda size yapacakları çok da önemli değildir. Asıl önemli olan ilerleyen yaşlarında size nasıl davranacağıdır.Ama onları iyi eğitinki zamanı geldiğinde onlarda sizin ailenize verdiğiniz değeri size versinler. Vermezlerse de suçu onlarda değil kendinizde arayın, unutmayın ne ekerseniz onu biçersiniz.

Genel olarak yaptığım gibi konuya uygun bir söz ile yazımı noktalıyorum. Ardından da hayata dair bir minik hikaye J



“Ey Can; Hiç Kimseye Hak Ettiğinden Fazla Değer Verme; Ya Onu Kaybedersin Ya da Kendini Mahvedersin. . . !” Mevlana


DEĞER VERMEK

"Bir gün New-York'ta bir grup is arkadasi, yemek molasinda disariya çikar.
Gruptan biri, Kizilderili'dir.

Yolda yürürken insan kalabaligi, siren sesleri, yoldaki is
makinelerinin çikardigi gürültü ve korna sesleri arasinda ilerlerken,

Kizilderili,kulagina circir böcegi sesinin geldigini söyleyerek circir aramaya baslar.

Arkadaslari, bu kadar gürültünün arasinda bu sesi duyamayacagini,
kendisinin öyle zannettigini söyleyip yollarina devam eder.

Aralarindan bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder.
Kizilderili, yolun karsi tarafina dogru yürür, arkadasi da onu takip eder.
Binalarin arasindaki bir tutam yesilligin arasinda gerçekten bir circir
böcegi bulurlar.

Arkadasi, Kizilderili'ye: "Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasil
duydun?" diye sorar.
Kizilderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya
gerek olmadigini söyleyerek, arkadasina kendisini takip etmesini söyler.
Kaldirima geçerler ve Kizilderili cebinden çikardigi bozuk parayi
kaldirimda yuvarlar. Birçok insan, bozuk para sesini duyunca sesin
geldigi tarafa bakarak, onun ceplerinden düsüp düsmedigini kontrol eder.
Kizilderili, arkadasina dönerek:
"Önemli olan, nelere deger verdigin ve neleri önemsedigindir. Her seyi ona göre duyar, görür ve hissedersin."der.

23 Temmuz 2010 Cuma

İçimizdeki Kurt

Bir hikaye ile başlamak istiyorum bu yazıma. Yaşlı bir Kızılderili kabile reisi ile genç Kızılderili arasında aşağıdaki konuşma geçer;


"İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş. Kurtlardan biri; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve benciliği temsil ediyor. Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginligi, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği, dostluğu, anlayışı ve merhameti temsil ediyor."Genç "hangi kurt kazanacak?" diye sorar. Yaşlı adam kısaca cevap verir;"Hangi kurtu beslediyseniz o kazanır."

Bizler içimizdeki hangi kurtu beslediğimizin farkında mıyız peki? Neleri paylaşıyoruz hayatımızda, neler bizim önceliğimiz? Maddiyat mı maneviyat mı önde gidiyor hayatımızda. Her şeyi para ile ölçer bir hale gelmedik mi? Kötü kurt bu savaşı kazanmak üzere değil mi sizce de. O zaman hep beraber ayağa kalkıp bazı şeylere itiraz etme zamanı geldi de geçiyor. Yorulmadık tepkisiz yaşamaktan, yorulmadık hakkımızı almadan yaşamaktan, yorulmadık boyun eğmekten, yorulmadık isyan etmeden bir piyon olarak hayatımızı geçirmekten.

Bizler kendimizin ne olduğuna bakmadan çocuklarımızı daha iyi yetiştirmemiz lazım. Bu maddi dünyada, insanlığın ve sevginin olduğunu, paylaşmanın ne değerli olduğunu anlatmamız lazım onlara. Sevdikleri her neyse onu yapmaya teşvik etmeliyiz, bundan para kazanamayacağına emin olsak da. Kendi isteklerini yaşamasına ve hatta kendi istekleri yüzünden müşkül durumlara düşmesine.

Gelecek nesil bizim oyuncağımız değildir. Bizler bunu başarmış bir jenerasyon değiliz bence, ama müsade edelimde bakarsınız onlar başarırlar. Çalışmak her şey değildir, her insan başarılıda olmaz. Bunları bilsin ama onun kendine öz güveni de olsun. Kısacası bırak dünya vatandaşı olsun. Sınırları olmasın onların. Hayata bakarken at gözlükleri takmasınlar. Bir gün bizlerin yaşına geldiklerinde ve medeni ülke vatandaşlarından birinini karşısına geçtklerinde “ Neden ben böyle değilim” demesinler.

Bizim bundan sonraki misyonumuz bu olmalıdır bence. Gelecek nesile yatırım yapmaya başlamalıyız. Her şeyi maddiyat ile ölçen bu toplumda kendimizi yalnız hissetmekten daha doğal bir şey olamaz. Bizler bunun üstesinden gelebilecek kudrete sahibiz. Bunu yapmak içinde, sadece çocuğumuza inanmamız gerekli. Ve ona öğretlemiyiz.

Harika bir yazı aşağıdaki, yazarken bile mutlu oldum. Umarım sizde okurken mutlu olursunuz.


Öğret Ona

Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona, ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret. Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı.Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Ona kitapların mucizelerini öğret. Gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların, ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceğini öğret. Bırak sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun, bırak cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona her zaman kendisine karşı derin bir saygı taşımasını öğret, böylece insanlığa karşı da derin bir saygı taşıyacaktır.Bu büyük bir istektir; ne kadarını yapabilirsin, bir bak bakalım.

*Abraham Lincoln

23 Haziran 2010 Çarşamba

İSTANBUL



İstanbul neresi? Benim için hayatımın merkezi. Tüm yaşamımı geçirdiğim dünyanın yer, mekan ve konum olarak en güzel şehri bence. İçindekilerin ne olduğuna bakmayın siz İstanbul herkes için bir hayattır. Herekese göre bir hayat hemde. Ne isterseniz bulursunuz İstanbulda. Eğlenmek isterseniz benim dünyada gezip gördüğüm en müthiş gece hayatlarında biri İstanbulda, gezmek isterseniz bir yanda 500 senelik tarihi yerler diğer yanda harika alışveriş merkezleri, atlayın bir vapura ister adalara ister boğazda bir gezintiye. İş dünyası derseniz zaten koca ülkenin merkezi İstanbul.

Peki eksik olan ne? Neden İstanbul bir New York yada Paris statüsünde değil dünyada? İşte burada maalesef senelerdir bu ülkeyi yönetenlere söylenecek çok fazla şey var. Bence bu şehrin en büyük problemi toplu taşımacılıktır. Hiç bir şekilde düzgün bir şekilde toplu taşımacılık yok bu şehirde. İnsanlar ulaşmak istedikleri yere ulaşana kadar hayatlarından beziyor. Bakın diğer şehirlere, sokakta insanların yüzü herşeyi gösterir. İstanbulda herkes sinirli herkes sıkkın.

Neyse ben güzel şeylerini anlatmak istiyorum İstanbulun. Bu şehir öyle bir yer ki insanın yaşama isteğine çok şey katıyor. 25 sene karşı tarafta(Caddebostan) oturduktan sonra evlenip, karşı tarafa(İstinye) taşındım. Ne komik aslında değil mi karşı taraf meselesi. Kim nerde oturuyorsa oturmadığı yer karşı taraf olur İstanbulda. İşte bendeniz her ikisini tattım. Bundan dolayıda bazen kavram kargaşaları olmuyor değil , üzerinden 10 sene geçmiş olmasına rağmen. Öyle güzeldir ki İstanbulda bu karşı taraflar arasında vapur ile seyahat etmek , yaşamayana anlatamazsınız. Hele eskiden sigaranın içildiği(kızmayın ne yapayım kötü alışkanıklarım var benimde) zamanlarda, vapurun üst katında arka bölüme geçip bir çay, bir sigara ve bir gazete ile geçen yolculukların tadına varılmazdı. Çok küçük yaşlardan beri keyiflidir benim için vapur seyahatlaeri. Peki Caddebostan sahilden başlayıp Suadiye Princess otele kadar yürümelerin yerini ne tutabilirdi ki? Ya Bağdat Caddesi, yok üzerine derim karşı taraflılar kabul etmez ama. İstinye tarafına taşındıktan sonra ise Yeniköyün otantik ortamı, Bebek parkının keyfi, Beyoğlunda insan seline karışmanın yerini ne tutabilir diye düşünür oldum.

Son zamanlarda bayağı kafa kargaşaları içinde mutluluk ararken kendi kendime birde baktım ki ben İstanbulda yaşadığım için çok şanslıymışım. Bunların hangisini bulabilirsiniz başka yerde. Dünyanın neresi bu kadar güzeldir der oldum kendi kendime. Son olarak şunu söyleyeyim ben dünyada her yerde yaşarım ama hiç bir yerde bu kadar mutlu olamam, İstanbul benim için vazgeçilmezdir ve öyle kalacaktır.

Ümit Yaşar OĞUZCAN dan bi şiir, tabii ki konusu İstanbul.

ISTANBUL

Evin içinde bir oda, odada İstanbul
Odanın içinde bir ayna, aynada İstanbul
Adam sigarasını yaktı, bir İstanbul dumanı
Kadın çantasını açtı, çantada İstanbul
Çocuk bir olta atmıştı denize, gördüm
Çekmeğe başladı, oltada İstanbul
Bu ne biçim su, bu nasıl şehir
Şişede İstanbul, masada İstanbul
Yürüsek yürüyor, dursak duruyor, şaşırdık
Bir yanda o, bir yanda ben, ortada İstanbul
İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım
Nereye gidersen git, orada İstanbul.

13 Haziran 2010 Pazar

Bir Reklam

2009 yılının son günleriydi yazmaya karar verdiğim zaman. Kafamda dünyalar vardı, herkese açılmak istiyordum rahatça. Bloguma da ona göre bir isim koydum. İlk anlattığım kişi de ablamdı. Yaz tabii ki dedi. Bende başladım yazmaya.

İlk yazımdan sonra ablama dedim, sen neden yazmıyorsun diye. Onun yaşadıklarını bir kitap haline getirdiğini biliyordum. Ve sonunda onu da ikna ettim yazı yazmaya. Bir blog oluşturdu ve ismi de süper “YAZMAK KEYİFLİ”. Ablam diye söylemiyorum ama böyle bir cevher olduğunu onda bende bilmiyordum. Yazılarını okudukça daha çok iç dünyasını tanımaya başladım. İçinde ne fırtınalar koptuğunu, hayat görüşünü daha yakından tanıdım. Bir çok konuda hem fikir olduğumuzu da gördüm.

Ablam ile ilginç bir sürü öykümüz vardır. Genelde abla sahibi olan erkekler bilir, belirli bir yaşa kadar tüm erkekler ablalarını pek sevmez. O belirli yaşı geçtikten sonra ise ablalar birden bire aşırı değerlenir. İşte ablamın benim için aşırı değerlendiği gün aslında evlendiği gündür. Onun evden gidişi beni çok fazla etkilemişti. Hele de nikah töreninde bana takılarak” beklediğin büyük oda artık senin” dediğinde dışım gülerken içim ağlıyordu. Gel zaman git zaman sevgili eniştem ile de aramızın çok iyi olmasından dolayı ablam ile ilişkimiz çok daha iyi gitti. Hatta o kadar özel anlar ve olaylar paylaştık ki bazılarını üçümüzden başka bu dünyada bilen insan yok.

Şu sıralar hayatı bayağı çalkantılı geçiyor aslında. Eşini kaybetmesi ile beraber “Neden Ben?” sorusunu soruyor kendine. Çok da haksız sayılmaz ama en güzeli harika bir ailesinin olması. 2 muhteşem oğlu var. Hatta blogundaki son yazısında oğlanların yazdığı şiirlerede yer vermiş. Daha fazla meraka yol açmadan vereyim artık blogun adresini bir ara göz atın eminim ki müptelası olacaksınız.

http://yazmakkeyifli.blogspot.com/

Bu yazı aile ile ilgili yazdıklarımın son yazısı oluyor. Kendimce, hayatıma etki etmiş ve hala etmekte olan kişiler ile ilgili bilgi verdim herkese. Bundan sonra biraz daha kendimi paylaşacağım. Görüşmek üzere.

11 Mayıs 2010 Salı

ANNELER GÜNÜ

(alt başlık : ANNEM VE EŞİM)

09/05/2010 günü Tunayla beraber günler evvel planladığımız program saat gibi işledi ve harika bir gün geçirdik.

Bundan yaklaşık 2 hafta evvel Tuna ile konuşurken artık bir anneler günüde her ikimizin birden annelerinin olacağı bir organizasyon yapalım diye düşündük. Her sene bir anne ile geçirilen anneler günleri diğer kişiyi mutsuz ediyordu çünkü.Ve sonunda Bahçeköy Event Garden da bir mangal partisinde karar kıldık. En küçüğünün 3 aylık en büyüğünün 96 yaşında olduğunu söylersem herhalde anlarsınız nasıl bir yelpaze olduğunu.

Adım atar atmaz iki çocuğun bize verdiği yazılar ile hepimiz çok duygulandık aslında. Sadece anneler günü olduğu için dağıtılan yazıları çocukların elinden almak anne olmayanları bile duygulandırmıştı.

Daha sonra çocuklar çayır çimene, orta yaşlılar gölge altına gençler ise güneş altında muhabbetlerine devam etti. Bendeniz de 16 büyük 5 küçüğü doyurmak üzere mangalın başına geçtim.

Harika bir yemek buz gibi biralar ardından çaylar, tatlılar derken gün sona erdi. Benim için ise günün anlamını gösteren en önemli şey babamın söylediği bir cümle idi “ 96 yaşındaki babaannene hayatından bir gün hediye ettin tebrik ederim seni”. Bu zaten yeterli idi. Herkes mutlu herkes mesut ayrıldı ortamdan. Böylece benim için çok keyfili bir annelere günü yaşanmış oldu. Herkesin mutlu ayrıldığını görmek beni mutlu etmeye yetmişti.

Takip edenler hatırlayacaktır bir kaç hafta evvel Babam ve Oğlum diye bir yazı yazmıştım. O yazıyı yazarken hayatımın diğer en önemli iki kişisini daha sonraya sakladım. Babamla ve oğlumla ilgili yazarken hep aklım annem ve eşimde idi. Ve nihayet kendime yazmak için boş bir vakit ayırabildim. Ve dünkü anneler günü de bunu yazmamı çok daha kolaylaştırdı.

Genelde tüm erkeklerin babaları ile arasının iyi olduğu ve babalarına bakışlarının farklı olduğu bilinir. Ben bunun kendi açımdan pek de doğru olmadığını düşünüyorum. Anneler oğullar için farklı bir yerdedir. Benim annem korumam gereken en değerli varlığımdı yıllar boyunca. Onu kimseye değişmeyeceğimi, onu kimsenin üzmesine müsade etmeyeceğimi bilirdim. Gerçekten de annem ile çok farklı bir ilişkim oldu her zaman. Babamla olan arkadaşlık ilişkimin çok daha gelişmiş bir şekli idi annemle olan ilişkim. Her zaman duygularımı çok rahat paylaşırdım. 20 li yaşlarımda delikanlılığın doruklarında iken bile babamın hafta arası toplantılarında asla annemi yalnız bırakmazdım. Annem de bana her zaman şefkatle yaklaşır, hiç bir zaman aramıza mesafe koymazdı. Arkadaşlarının onu ne kadar eleştirdiğini bilirdim ve çok sinirlenirdim. Yaşıma bakmadan beni dinler, hatta dediklerimi uygulardı bile bazen.

Sonra yaş ilerledi ve artık evlilik zamanı geldi. Benim gibi evine çok bağlı bir adam için bu değişiklik zor gözüküyordu, fakat artık evli bir erkek olarak yeni bir sorumluluk almıştım. Eşim ise tam olarak annemin kopyası idi. Ama inanın bana evlenmeden evvel bunun hiç farkında değildim. Bir yastıkta bir evde bir masa da bir odada yaşayınca fark ettim. Zamanla eşimin yeri çok değerlenmeye başladı ve korumam gereken herşeyin önüne geçti. Eşim artık benim en değerli varlığım olmuştu.

Sert mizacım olduğu için belki ona hisstirmekte zorlanıyordum ama, onun bana ne kadar şefkatle davrandığını ve sevgiyle bağlandığını görüyordum. Artık en iyi arkadaşım olmuştu.

İnsanlar evlenince çok şikayet ederler özgürlüğüm kısıtlandı diye. Bense her dakikamı onunla geçirmekten her zaman çok mutlu oldum. En güzel vakitlerimi geçirmek istediğim kişi oldu hep. Ve artık geriye baktığım zaman annemin yeri tamamen değişmeye başlamıştı. Annem anne olarak kalırken , eşim en iyi dostum olmuş ve duyguların paylaşıldığı kişi rollerini üstlenmişti. Sanırım her ikisi de yeni rollerinden memnunlar.

Ve şimdi eşime baktığım zaman , onun gerçekten benim EŞim olduğunu görebiliyorum. Anneler oğullarını kime emanet ettiklerine çok önem verirler biliyorum. Ama benim annem her gece yatağına yattığında eminim ki benim adıma çok mutlu oluyor. Çünkü onun emanetine en az onun kadar iyi bakan birisi var.

Ve artık eşim de anne oldu. Şimdi oğluna bakışlarını, oğluna konuşmalarını görüyorum. Annelik farklı bir şey deyip geçiyorum. Hiçbir baba bir anneyi anlayamaz bence. Onların arasındaki ilişiki o kadar farklıdır ki ancak yaşayanlar bilir. Babalar olarak biz sadece anne sahibi olmayı anlayabiliriz, oysa asıl maharet ANNE olabilmektedir. Bunu da sevgili annemden öğrendiğim bir laf ile süsleyeceğim “ Bir anne yılan doğurmuş, yine de bağrına basmış evladım diye”.

Alışıla gelmiş olarak yazımı bir alıntı ile sonlandırmak istiyorum,

Victor Hugo : “Kadınlar zayıftır, ama analar kuvvetlidir.”

Çin Atasözü : “Bütün dünya üzerinde tek bir güzel çocuk vardır. Bütün anneler de ona sahiptir”

28 Nisan 2010 Çarşamba

Bir Haftasonu Kaçamağı

Pek gezi yazısı yazmayı becerebiliyor muyum bilmiyorum ama bakalım bunu da deneyeceğim.

23 Nisan ın tatil olmasını fırsat bilerek eski bir dost a biraz da zoraki olarak kendimi davet ettirdim 24-25 Nisan için Sapanca nın tepelerindeki evlerine. Yıllarca büyük bir samimiyet yaşadığım arkadaşım ile sanki hayatlarımız komik bir şekilde tekrar birleşmişti. Oğullarımızın doğum günlerinin aynı gün ve hatta aynı saat olması acaba tesadüf mü, yoksa kozmik enerji ile bir alakası var mı? (neyse bu konuyu bir başka yazıya bırakalım). Hatta isimlerim öMeR ve aMiR olması tesadüf mü?

Cumartesi sabah saat 8.30 civarı evden çıktık, planımız 10.00 gibi kahvaltıya oturmuş olmaktı. Birazda otobanın verdiği rahatlıkla hızlıca vardık. Amir ilginç bir şekilde arabada hiç ses çıkarmadan arkada kendi koltuğunda oturdu. Sanırım o da bu kaçamağın bizim için ne kadar değerli olduğunu anlamıştı. Sapanca/Arifiye çıkışında Aybars, Aytaç ve Ömer bizi bekliyordu. Bizim kadar onları da heyecanlı görmek beni çok mutlu etmişti.

Hemen yola çıktık ve ISTANBULDERE isimli bir yere gittik. Maşukiye nin tepelerinde bir dere kenarına kurulmuş harika bir tesis. Bizi burada güzel bir kahvaltının beklediğini tahmin edebiliyordum. Gerçekten dere kenarında oturup muazzam bir kahvaltı yaptık. Mini bir yürüyüş planladı Aybars bize fakat gelin görün ki Amir ayağı ile dere ye girince bizim macera oyunumuz erken bitti. İstemeye istemeye de olsa oradan ayrıldık ve akşam hazırlıklarına başlamak için yavaştan eve gittik. Yolda Tuna ile sürekli birbirimize bakıyorduk “ daha yukarı çıkacak mıyız acaba” diye. Ve nihayet eve vardık. Süper bir konumda harika bir manzara gören bir ev. Biraz nefeslendikten sonra Adapazarına inmeye ve akşam için alışverişimizi yapmaya karar verdik. Hangi araba ile gideceğimize karar vermek biraz sürdü ama sonunda Adapazarına inebilmeyi becerdik. Aybars ın da dürtmesi ile Islama Köfteci Mustafa nın yerine gittik. Harika bir çorba, ardından bir köfte, ortaya bir Kurufasulye yanında Şıra içtik. Tam yemek bitti derken Aybars son bir hamle ile tatlı siparişi verdi. Masaya gelen ekmek kadayıf ve tel kadayıf da süperdi. Aybars ise üzerindeki kaymağa takmış bize kaymğın böyle göründüğüne bakmayın süperdir diyordu. Benim restorant çıkışında bir daha yemek yiyemem herhalde deyişime, Aytaç “ Dur daha ne yedin görücem ben seni akşam mangal başında” diyordu.

Biraz da gezmeye karar verdik Adazarında ne var gezecek derken Uzunçarşıya gitmek geldi aklımıza. Ve işte orada anılarım canlandı. Bir Kubilay Abim vardı orada. Bulmak istedim onu. Ve aynen bıraktığım yerde, bıraktığım şekilde buldum onu. Sadece hayat biraz yaşlandırmıştı onu, bana sarılması ile beraber zor tuttum kendimi ve göz yaşlarımı. Ayaküstü bir muhabbet ve sonra ayrıldık yanından. Tuna da söylüyordu “ bu adam seni ne kadar sevmiş” diye, kendi kendime hiç bir çıkar ilişikisi olmayan insanlar böyle severler birbirini dedim.

Etleri aldık, meyve sebze alışverişini de yaptık ve çıktık tekrar eve. Saat 16.00 gibi ben Aybars’ı doldurmaya başladım. Ve nihayet saat 16.30 civarında Jack Daniels ımızı açtık. Buzları koyduk ve saat 23.30 a kadar sürecek harka bir muhabbet başladı.Bu arada Aytaç içeride hazırlıklar yaparken bize çeşitli aryalardan seçmeler sunuyordu. Memleketde genelde uzunhava veya türkü söyler insanlar yemek hazırlarken ama Aytaç yeteneklerini konuşuturup bize çok güzel bir hava katıyordu mutfaktan.

Muhabbet, kah mangal başında kah şömine başında devam ederken açık havanın da etkisi ile giderek keyfimiz arttı. Aybars ortamı bizim için daha konforlu ve keyifli hale getirebilmek için etrafımızda dönüyor Aytaç ise sürekli bir şey lazım mı diye soruyordu. Bu kadar misafirperver insanlar ile ilk defa karşı karşıya kalmak Tuna yıda benide şaşırtmıştı. Yediğimiz etleri aradan 4 gün geçmesine rağmen hala anlatıyoruz. Gerçekten süper bir mangal keyfi oldu, Aybarsın ve benim hafif çakır keyif olmamızla beraber ortam iyice neşelendi ve Aybarsın Texas şivesi ile yaptığı taklitler bizi gülmekten telef ediyordu az daha. Ve yatak zamanı gelmişti. Tuna nın biraz tedirgin olmasına rağmen gayet güzel bir uyku uyuduk. Ve sabah 6.50 de bendeniz ayağa kalktı tabi Amir de beni izledi. Ve işte o an benim için mükemmeldi. Oğlan yanda bahçede oynuyor ben göl manzarası karşısında kahve mi yudumluyordum. Bu keyif herşeye bedeldi.

Ev ahalisinin de uyanması ile beraber son gün planı yapıldı, valizler toparlandı ve saat 9.30 da kahvaltı için yola çıkıldı. Evden ayrılıyorduk ama ben ki hiç bir batıl inancım yoktur, Tuna nın “ Arkana bak da bir daha gelelim” demesi ile beraber dönüp arkama bakıyordum.

Son günümüzün kahvaltısı için Heinz isimli bir bahçeye gittik. Yine çayır çimen ve yine muhteşem bir kahvaltı. Dönüş vakti gelmişti. Herkesin yüzünde minik de olsa bir ekşime olmuştu. Sarılmalar, öpüşmeler derken hepimiz birbirimize 5-6 kez “BAY BAY” diyorduk. Sanki ayrılmak istemezmişcesine.

Oğlanların uyumu hepimizi çok memnun etmişti. Bir ara Amir’e baktım ve onun Ömer’e sarılmış olduğunu gördüm. Ne kadar güzel bir görüntüydü anlatamam. Kendi kendilerine dost olmuşlardı. Tıpkı babalarının bir okul sırasında dost olmaları gibi.

Dönüş yolculuğu biraz da maceralı olarak tamamlandı. Yolda bozulan arabamız bize biraz çile çektirdi. Ama Aybars sağolsun tüm iyimserliği ile benim sinirimi almayı çok iyi becermişti. Ve çekici arabayı aldıktan sonra, hepimiz ve hepimizin valizleri aynı arabaya sığışıp evimize geri döndük.

Bu harika haftasonu için KAHYAOĞLU ailesine çok teşekkür ediyorum. Ve bundan sonra yapılması gereken şeyleri de aşağıda sıralıyorum.

1) Haftasonu kaçamağı güzeldir. Bol bol yapmak lazım
2) Bu kaçamakda muhabbeti güzel insanlarla olmak daha da güzelleştirir kaçamağı.
3) Çocukları çayır çimene bıraktığınızda hem onlar hemde biz daha mutlu oluyoruz. Bunu daha sık yapmak lazım.
4) Güzel bir mangal hiç bir yemeğe değişilmez.
5) Jack Daniels en kralı içkidir. Yanında iyi muhabbet olursa tüketim miktarı artar dikkatli olmak lazım.
6) Ufakken kurulan dostluklar samimi oluyor, çocuklarımızı buna teşvik etmek lazım.
7) YAPCAK BİR ŞEY YOK, en yakın zamanda bir daha gitmek lazım..





















16 Nisan 2010 Cuma

EMPATİ





Kendimin en başarılı olduğunu düşündüğüm konulardan biri empati kurabilme yeteneğimdir. Çok zamandır bu konuda bir yazı hazırlığı içerisindeyim. Bu yazı aslında pek kendimi anlattığım bir yazı olmayacak. Genelde bu blogda kendimden örnekler vererek yazı yazmaya çalışıyorum faka bu sefer başka bir yol ile bilgilendirme yapmak istedim. Bu konuyuda bayağı bir zamandır araştırıyorum. Bazı yazılar, makaleler okudum konu ile ilgili. Genel olarak benim düşüncelerime ve davranışlarıma paralel bir durum olduğunu gördüm. Bu yazıyı derlerken çok keyif aldım, umarım okurken sizde keyif alırsınız.

Empati nedir?

Empati kişinin bir diyalog sırasında karşısındakinin duygu ve düşüncelerini anlayabilmesini ve böylece duyarlı bir yaklaşım içinde olmasını sağlayan bir Duygusal Zeka becerisidir. Empati becerisini iyi kullanabilen kişiler bu anlamda, iyi bir dinleyici olmalarının yanı sıra, karşıdaki kişinin dile getirmediği duygularını da sezebilir, bakış açılarını kavrayabilirler. Bu bakımdan, empati kişinin farklı olan ya da başka kültürden gelen insanlarla iyi geçinebilmesini sağlar .

Empati kurabilmemiz için gerekli olan üç öğe vardır :

* Empati kuracak kişi kendisini karşısındakinin yerine koymalı, olaylara onun bakış açısıyla bakmalıdır.
* Empati kurmuş sayılmamız için karşımızdaki kişinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamamız gereklidir.
* Empati kuran kişinin zihninde oluşan empatik anlayışın karşıdaki kişiye doğru olarak iletilmemesi durumunda empati kurma sürecini tamamlamış sayılmayız.

Örneğin, bir arkadaşınızın patronuyla arası bozuk ve canı çok sıkkın, haksızlığa uğradığını düşünüyor ve hararetli bir şekilde derdini sizinle paylaşıyor. Siz, kendinizi onun yerine koyup neler hissettiğini anlayabilirsiniz. Onun duygularını içinizde hissedebilirsiniz. Ama, sıra bu durumu ona ifade etmeye geldiğinde, her şey yolundaymış gibi gülerek “halledersin, boş ver” diyebilirsiniz. İşte böyle davrandığınızda, yüzünüzdeki ifade, söylediğiniz söz ve içinizdeki duygular arasında bir çelişki ortaya çıkar. Dolayısıyla da doğru empati kurmuş, fakat bunu karşıdakine yeterince iletememiş olursunuz. İletme gerçekleşmediği takdirde empati tamamlanmış sayılmaz.

“Empati” tanımını iyi anlamak gerekir...

Başarılı iletişimin güçlü aracı “empati” yanlış anlamalara da açık bir kavramdır. Bu konuda üç genel yanlış anlama bulunmaktadır :

* Empati “iyi bir insan olmak” anlamına gelmez. Sadece iyi insan olmak adına düşünce ve duygularımızı karşımızdakine doğru ve açık bir şekilde anlatamıyorsak, bu durum başka insanların duygularını kendi duygularımız gibi benimseyip herkesi hoşnut etmeye çalışmak anlamına gelir - ki bu durum bir kabusu andırır ve hareket özgürlüğümüzü kısıtlar.
* Empati çoğu kez “sempati” ile karıştırılmaktadır. Aslında bu iki kavram birbirinden çok farklıdır. Karşımızdaki kişiye sempati duyuyorsak, onun hissettiği duyguların aynılarını hissederiz ve karşımızdaki kişinin ne düşündüğü ve hissettiğiyle ilgili örneğin, “ sınavı kazanmana sevindim”, “kitabını kaybetmene üzüldüm” gibi “ben” ve “benim” vurgusunu hissettiren kendi yorumumuzu ortaya koyarız. Yani sempati duyduğumuz kişiyi anlamamız ve kendimizi onun yerine koymamız şart değildir. Bunlar iyi niyetli yaklaşımlar olmasına rağmen karşı tarafı etkilemekte yetersiz kalır. Oysa ki empati kurduğumuzda karşımızdaki kişiyle aynı duyguları ve görüşleri paylaşmamız gerekmez, sadece onun duygularını anlamaya çalışırız. Diğer bir deyişle empatik cümleler “sen” vurgusunu taşır. Bu durumda sözlü ifadelerimiz “sınavı kazandığına seviniyor olmalısın”, “kitabı kaybettiğine üzülmüşsündür” gibi karşımızdaki kişiyi anladığımızı hissettirecektir.
* Empatik yaklaşım, karşıdaki kişinin duygu ve düşüncelerini koşulsuz olarak kabul etmek anlamına gelmez. Bu anlamda “empati kurmak” karşındakini anlamak ve anladığın şeye saygı duymak sürecidir.

Empati, empatiyi kuran kişi için de önemlidir. Empatik olmanın kişiye kazandırdıkları bazı avantajları şöyle sıralayabiliriz:

* Diğer insanlarla daha çok yardımlaşır ve bu yüzden de çevreleri tarafından daha çok özlenir ve sevilirler.
* Ne zaman ve ne kadar konuşmaları gerektiğini, ne zaman geri çekilip, ne zaman hamle yapabileceklerini iyi bilirler ve sonuç her iki tarafında yararına olur.
* Olayları ve insanları okur, sağlam veriler toplar, önemli detayları fark ederek hareketlerini uyarlar ve böylece maksimum etki yaratabilirler.
* Farklı insanlar karşısında ne tür strateji ve taktikler kullanabileceklerini bilirler ve bu yüzden özellikle iş ilişkilerinde başarılı olurlar.

Empati geliştirilebilir...

Empati ölçülebilen ve geliştirilebilen bir beceridir. İşte size empati becerinizi geliştirebilmeniz için birkaç öneri...

* İyi bir dinleyici olun ve sadece cevap vermek için değil, anlamak için dinleyin. Anladığınıza emin olmak için sorular sorun.
* Sadece kulaklarınızla değil bütün duyularınızla dinleyin. Beden dili ve ses tonlarından iletişim halinde olduğunuz insanların duygularını okumayı deneyin. Farkettiğiniz duyguya neyin sebep olabileceğini anlamaya çalışın.
* Karşınızdaki kişinin derisinin altına girmeyi ve dünyayı onun gözleriyle görmeyi deneyin. Başkalarının duygu ve düşüncelerine saygı duyun.
* İnsanların sözlü olarak ifade ettikleriyle, beden diliyle ortaya koydukları duygular arasındaki uyuşmazlıkları fark etmeye çalışın.
* Kitap okurken veya film seyrederken karakterlerin neler hissettiklerini ve neden böyle hissedebileceklerini düşünün. Siz olsaydınız ne yapardınız?




Emptai kurmanın avantajlarından yukarıda bahsettim. Aslında ben pek bu avantajlardan faydalanamıyorum. Ama empati kurmak illa ki birileri tarafından sevilmek, yada iş hayatında başarılı olmak için kullanılan bir yöntem olarak kullanılmamalı. Benim için empati kurmak bir yaşam şekli. Elimde olmadan kendimi sürekli başkalarının yerine koyup onların duygularını yaşıyorum. Kim zaman kendimi iyi hissederken kimi zaman için ise kendimi çok daha kötü hissediyorum. Hatta bazı zamanlarda empati kurmanın bana zarar verdiğini bile düşünmüşlüğüm vardır. Bazı kararlar aşamasında olan, yada hayatında problemleri olan bir insan ile emptai kurduğum zaman kendime olmuş gibi üzülüyorum. Bu da aslında empati kurarken dikkatli olunması gerektiğinin bir göstergesi. Herkesin kendi bir hayatı var, yapılması gereken insanların duygularını anlayıp onlara anlayış gösterebilmek. Ve o anı karşındaki ile beraber yaşamak.

"Judie PAXTON ın yazmış olduğu kısa bir öykü de empatinin önemini gösteriyor bizlere....

Ortaokuldayken sınıf arkadaşlarımdan birisiyle ciddi bir tartışmaya girdim. Onun haksız olduğundan , kendiminse haklı olduğundan emindim.
Öğretmenimiz bize çok iyi bir ders vermeye karar verdi. Bizi bütün sınıfın önüne çıkardı ve onu masanın bir tarafına, beni de diğer tarafına yerleştirdi. Masanın tam ortasında yuvarlak , siyah renkli bir nesne vardı. O çocuğa nesnenin rengini sordu. Çocuk 'beyaz' diye yanıtladı. Söylediğine inanamadım , çünkü nesne siyahtı. Yeniden tartışmaya başladık ; bu kez de nesnenin rengi hakkında.
Öğretmen bu kez beni çocuğun yerine , onu da benim yerime geçirdi. Ve bu kez bana nesnenin rengini sordu. 'Beyaz' yanıtını vermek zorundaydım , çünkü belliki nesnenin bir tarafı beyaz , diğer tarafı ise siyahtı.
Öğretmenimiz o gün bana çok güzel bir ders verdi. Karşımdaki kişinin bakış açısını anlamam için , kendimi onun yerine koymam gerekiyordu...."


Yazarın Notu : Bu yazıda bir çok yerden alıntı yapılmıştır., fakat yazar kendi yorumlarını da eklemiştir

9 Nisan 2010 Cuma

FENERBAHÇE






Aslında konu çok erkeksi gözüksede tamamen farklı bir bakış açısı anlatacağım sizlere umarım hoşunuza gider.

Çok iyi hatırlıyorum ilk gittiğim maçı. Dayım bir sabah bizim eve gelip hadi seni maça götürüyorum dediğinde dünyalar benim olmuştu. Maça gitmek hep hayallerimi süslüyordu. Hem o zamanlarda bugünkü gibi koltuklar ısıtmalı stadlar tuvaletler bile yoktu. Neyse, dayım tek bir şart koşmuştu bana “ pantalonun altına pijama giyeceksin”. Eski Fenerbahçe stadına gitmiş olanlar bilir Çamlıca dan esen rüzgar insanların içini buz keserdi. Ben en nefret ettiğim şeylerden birini bile kabul etmek pahasına kabul ettim. O gün maçı kazandık hemde 7-0. ama ben gariban bunun sadece bir hazırlık maçı olduğunu bilmiyordum ki. O gün benim için bir milat idi, maça gitmeye başlanılan gün. Daha sonra ki yıllarda bu işin bir aile geleneği olduğunu daha iyi kavramaya başladım. Yıllar içinde özellikle dedem de gördüğüm şeylerden bu tutkunun nasıl bir şey olduğunu yaşayarak büyüdüm. Ve gün geldi bizim apartmanın adının neden KANARYA olduğunu bile anladım . 10 lu yaşlarda bir maça girmek için 8 saat yerde oturarak sıra beklediğimi bile bilirim hatta..

Gel zaman git zaman maça gitmek bir alışkanlık halini aldı. Anladığım tek bir şey vardı gittiğim yer benim için özel bir yerdi. Sıkıntılı bir dönemimde bir danışman bana şöyle demişti “ gece uyku tutmadığında yada gözlerini kapattığın vakit kötü şeyler gördüğünde mutlu olduğun bir yerde olduğunu hayal et” tahmin ettiğiniz gibi benim hayalim hep stadyum oldu. Tek başıma hiç bir şey yapmayı sevmeyen bir adam olarak tek başıma yaptığım tek şey maça gitmektir. Ararım arkadaşları kimse gelmiyorsa da atlar giderim. Nasıl olsa orası benim yerim Orada hep mutluyum. Okulda notlar mı kırık, kız arkadaşınla kavga mı ettin, işler mi bozuk, evde hanımla mı tartıştın, hayatın alt üst mü? Bunlar hiç umurumda olmuyor o mekanda. İçeri girdiğim anda bir değişik yerdeymiş gibi hissediyorum kendimi. Bir cins tedavi sanki benim için maça gitmek. İnsanların büyük çoğunluğuna garip geliyor “neeee maçamı gidiyorsun sen?” ne yapayım yahu 29 senedir gidiyorum. O mekan herkesin gerçek olduğu bir yer. Kimsenin birbiriyle bir çıkar ilişkisi olmayan, insanların birbirinden beklentisi olmayan bir yer. Bir gol atıyor takım ve herkes sarmaş dolaş. Yanınızdaki katil mi, hırsız mı, zengin mi, fakir mi umrunuzda değil. O anki mutluluğu paylaşıyorsunuz sadece. Bazen de tartışıyorsunuz yanınızdaki ile, adam belkide büyük bir firmanın genel müdürü ama ne önemi var benle yanyana oturuyor ve benden hiç bir farkı yok o anda. Maça gitmek benim için saf kendime ayırdığım vakit demek. Bunu sevdiğim kişiler ile paylaştığım zaman daha da mutlu oluyorum. Sırada oğlum var.......

Bağlayalım artık bu konuyu der gibisiniz sanki. Konunun bağlanacağı yer şu benim için. Ne kadar kendiniz gibi olabilirseniz o kadar mutlu oluyorsunuz hayatta. Ne kadar dış etkenleri, insanları umursamazsanız o kadar neşe hakim oluyor hayatınıza. Ne kadar maddi veya manevi kaygılardan uzak kalırsanız o kadar uzun yaşıyorsunuz. Belki de hayatımızı hep stadyumda gibi yaşamalıyız. Etrafımızda kim var kim yok önemsemeden, mutlu olduğumuzda yanımızdakine sarılmalı,kızdığımızda ise avazımız çıktığı kadar bağırmalıyız.

31 Mart 2010 Çarşamba

BABAM VE OĞLUM

Filmin ismi ile aynı oldu yazının başlığı ama daha uygun bir başlık da bulamadım işin doğrusu.

Son zamanlarda hayatıma en çok etki eden iki insan bunlar. O kadar da benzer şeyler yapıyorlar ki benim için, inanılmaz. Sanki babam ufalmış oğlum olmuş yada oğlum büyümüş babam olmuş gibi hissediyorum. Benim babam benim için her zaman yıkılmamam için duran bir duvar gibiydi hayatımda. Ne zaman başım sıkışsa babama dayandım. Maddi manevi bana desteğini hiç bir zaman eksik etmedi. Hiç bir şeye ihtiyacım olmasa bile onun orda olduğunu bilmek bile benim için yeterli idi. Fakat oğlum olduktan sonra oğlum bu görevi garip bir şekilde devralmış gibi oldu. Ne zaman moralim bozulsa ona yaslandım, her zaman mutlu her zaman güleryüzlü. Hiç bir zaman gel oynayalım dediğimde “yok baba benim işim var” demedi. Ne zaman gel bana bir sarıl desem “yok baba canım istemiyor” demedi. Ve ondan sonra kafama dank etti zaten. Acaba küçükken bende böylemiydim babama karşı. Küçükken böyle idi isem bile artık böyle olmadığımı biliyordum. Böylece babama daha fazla sevgi göstermek gibi bir çaba içine girdim son zamanlarda. Karşılığını hemen verdi bana. Ve böylece ben hala babamın oğlu olduğumu, babamın da, ben ne yaparsam yapayım beni sevmekten vazgeçmeyeceğini bir kere daha anladım. Böylece babam oğlum, oğlum da babam oldu. Şimdilerde canım sıkıldığında oğluma dayanıyorum, ve babama da kendi oğluma gösterdiğim sabrı gösteriyorum ve görüyorum ki herkes daha mutlu. Oğlum ondan destek aldığımın belki farkında değil, yada babam ona daha sevecen davranmaya çalıştığımı bilmiyor belki. Ama gelin görün ki ben bunların hepsini bilerek ve isteyerek yapıyorum. Ve son günlerdeki yüzümdeki gülümsemenin temel sebebi de bu.

Erkekler için baba figürü çok önemli. Nerden mi biliyorum, tabii ki kendimden. Ama etrafımda oğullarına mesafe koyan hatta onların neler yapmaları gerektiğini direten bir sürü baba var. Çok iyi hatırlıyorum daha yirmili yaşların başında iken bir konuda babamla ters düşmüştük. Ben dönüp babama “baba benim yaptıklarımla değil, mutluluğum ile mutlu olun” demiştim. Halbuki ne kadar anlamamışım onun benden ne istediğini. Onun tek derdi gelecekteki mutluluğumu sağlamakmış bunu daha bugün anlıyorum. O gün onu dinlemedim bildiğim gibi hareket ettim, ama bugün herşey onun dediği gibi olduğu için kendimi çok şanslı sayıyorum. Olmayada bilirdi. O ise depot bir baba gibi diretmemiş “nasıl istersen oğlum” demişti. Benim hayatla başa çıkabileceğime yüzde yüz güvenerek.

Oğlum konusunda da bazen aynı şeyi ben yapıyorum. Ama sanırım benim oğlum daha 4 yaşına yaklaşmasına rağmen benden çok daha üstün bir adam olma yolunda ileriliyor. Bunda da gerek annesinin gerekse babasının payı çok. Herkes anne ile çocuk arasına bir şey giremez der, birazda kıskançlıkla bunu her zaman yadırgadım. İşin doğrusu şöyle bence, anne ile oğul arasına duygusal olarak hiç bir şey giremez ama baba ile oğul arasına hiç bir şey girmemelidir. Ve yaş ilerledikçe bunun farkı daha da ortaya çıkıyor. Oğlum büyüyor ve ben her geçen gün onda kendimi görüyorum. Onun için dünyayı değiştirmeye bile hazırım. Ama sonra kendime çeki düzen veriyorum. “kendine gel” diyorum. Onun kendi ayakları üzerinde durması lazım, ama nasıl ki yürümeden koşamaz isek, o da düşmeden yürümeyi öğrenemez. Önemli olan, o bir gün sendelerse yanında duvar olmaktır. Tıpkı babamın bana 35 senedir yaptığı gibi.

Yazımı iki alıntı ile tamamlıyorum.

Paulo Coelho: “Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz, bir çocuğun gözlerinin içine bakın. Çünkü bir çocuğun bir yetişkine her zaman öğretebileceği üç şey vardır: 1. Nedensiz yere mutlu olmak, 2. Her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak, 3. Elde etmek istediği şey için var gücüyle dayatmak”

Goethe : “İnsan, babasına borçlu olduğu saygıyı ancak baba olduğu zaman duyar.”

9 Mart 2010 Salı

Isaac ASIMOV




Bilimkurgu türünün büyük ustasi Isaac Asimov 1920 yilinda Rusya'da dogdu. 1923'de ailesiyle birlikte B. Amerika'ya göç etti. Columbia Üniversitesine giderken babasinin öngördügü tip meslegi yerine, kimyager olmaya karar verdi. Kisa bir süre Amerikan Deniz Kuvvetlerinde görev yaptiktan sonra 1949'da kimya doktorasini alan Asimov, Boston Üniversitesine bagli Tip Fakültesinde biyokimya dersleri vermeye basladi. Bir yandan da nükleer asit alaninda arastirmalar yapiyordu. Kimya arastirmalarini yazarlik meslegiyle birlikte sürdürmenin giderek zorlasmasi sonucu, 1958'de tüm zamanini yazarliga adamak üzere üniversiteden ayrildi. Böylece bilim kurgu türünün dünyaya yayilmasini saglayan büyük bir yazar olarak edebiyat alaninin unutulmaz adlan arasina katildi.

Kazandigi Ödüller:
-------------------------------------
Nebula Best Short story nominee (1965) : Founding Father
Nebula Best Short story nominee (1965) : Eyes Do More Than See
Nebula Best Novel winner (1972) : The Gods Themselves
Hugo Best Novel winner (1973) : The Gods Themselves
Hugo Best Novellette nominee (1975) : That Thou Art Mindful of Him!
Nebula Best Novellette winner (1976) : The Bicentennial Man
Hugo Best Novellette winner (1977) : The Bicentennial Man
Nebula Best Novel nominee (1982) : Foundation's Edge
Hugo Best Novel winner (1983) : Foundation's Edge
Hugo Best Novel nominee (1984) : The Robots of Dawn
Nebula Best Short story nominee (1986) : Robot Dreams
Hugo Best Short story nominee (1987) : Robot Dreams
Hugo Best Novellette winner (1992) : Gold

Isaac Asimov, (2 Ocak 1920 - 6 Nisan 1992) Rus asıllı Amerikalı yazar ve biyokimyacı.

Pek çok konuda yapıtları olmasına karşın, bilim kurgu eserleri ve popüler bilim kitapları ile tanınmıştır. Kurgu olmayan çok sayıda eserinin yanısıra Fantazi dalında da yazmıştır. Dewey Ondalık Sınıflandırma sistemindeki Felsefe hariç tüm ana dallarda eserleri vardır. Asimov ortak görüşle bilim kurgu dalının ustasıdır, Robert A. Heinlein ve Arthur C. Clarke ile birlikte yaşadığı dönemde "Üç Büyük" bilim kurgu yazarından biri olarak kabul edilmiştir.

Yaşam öyküsü

Kesin doğum tarihi bilinmeyen Asimov'un doğum tarihi resmi kayıtlarda 2 Ocak1920'dir. Rusya'da Smolensk yakınlarındaki bir kasabada Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Asimov, ailesi ile birlikte üç yaşında iken ABD'ye göç etti. New York kentinde büyüdü. 20 yaşından önce bilim-kurgu öyküleri yazmaya başladı.
Columbia Üniversitesi'nden 1939'da mezun oldu ve kimya dalında doktorasını aynı üniversiteden aldı. Daha sonra Boston Üniversitesi'ne geçti. Burada 1979'da profesör oldu.
26 Temmuz 1942'de Gertrude Blugerman ile evlendi. Bu evliliğinden iki çocuğu oldu. 1973'te ilk eşinden boşanan Asimov, aynı yıl Janet Jeppson ile evlendi.
1983'te olduğu by-pass ameliyatındaki kan naklinde kendisine verilen enfekte kan nedeniyle AIDS'e yakalandı ve 6 Nisan 1992'de bu hastalık yüzünden öldü. AIDS'ten öldüğü gerçeği ölümünden on yıl sonra kamuoyuna açıklandı.

Yazarlık kariyeri

Yazarlık kariyerine bilim-kurgu ile başlayan Asimov, popüler bilim kitapları ve şiir kitapları da yayımladı.
1941'de yayımlanan Nightfall adlı kısa bilim-kurgu öyküsü, en ünlü bilim-kurgu öykülerden biri oldu. Bu öykü 1968'de Amerikan Bilim-Kurgu Yazarları adlı kuruluş tarafından o zamana dek yazılmış en iyi kısa bilim-kurgu öyküsü seçildi.
Asimov, Vakıf (İng: Foundation) ve Robot dizi kitapları ile de büyük ün kazandı.

Kaynak : Wikipedia (http://tr.wikipedia.org)

Bu büyük Üstadın benim hayatımdaki yeri çok farklıdır. Sizlerle paylaşmak istememin sebebide bu. Bilimkurgu okumak zor iştir. Hele benim gibi çok küçük yaşta başladıysanız daha da zor olur. Benim ilk okuduğum kitaplardan biridir “ Ben Robot” isimli kitap. O kitap beni başka dünyalara, hayal alemine sürüklemişti. Okuyalı belki 20 yıldan fazla oldu fakat hala bende izleri devam ediyor. Bilmikurgu okuyan bir insanın en iyi yönü absürd fikrilere açık olması ve hayata kalıplar içinden bakmamasıdır. Adı üzerinde bilimkurgu, kurgulanmış bir gelecekten bahseder genellikle, ve bu gelecek hepimizi bazı şeyler görmeye iter. Son zamanlarda olduğu gibi bilimkurgu kitaplarında veya filmlerinde pek fazla mesaj yoktur. Ama son yıllarda bu biraz da moda oldu bkz. Avatar. Halbuki gelecekte kimsenin aklı başına filan gelmiyor. Geleceği düşünerek büyüyen bir çocuk da her zaman , açık fikirli oluyor. Ve pek tabii ki rüya alemine dalan insanın hayal gücü genişlediği içinde hem özel hemde iş hayatında başarılı olma şansı artıyor bence. Çocuklarımıza bilimkurgu okumayı öğretmek onlara başarılı bir gelecek yolu açmak olabilir. Ufku genişleyen çocuklar her zaman farklı olacaktır. Hatta yaşımız ilerledikçe bilimkurgu bizim için bir alışkanlık haline gelecektir. Ben artı 3-4 kitapta bir bilimkurguya dönüyorum. Yaşım ilerledikçe de daha çok keyif alıyorum. Ben bu dünyanın zırvalıklarında çıkarıp güzel bir aleme sokuyor. Hem hepimiz merak etmiyormuyuz zaten gelecekte ne olacağını. İşte size fırsat biraz bilimkurgu kuruntuyu da alır götürür emin olabilirsiniz.

Pek bu blogun hedefi değil aslında ama ben yine de bu yazıdan etkilenebilecek insanları düşünüerek “Ben Robot” kitabının minik bir tanıtımını yapıp hepinize bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum.


Üç Robot Yasası:
Kural 1 - Bir robot asla bir insana zarar vermez ya da bir insanın zarar görmesine izin vermez.
Kural 2 - Bir robot insanlara mutlaka ve her koşulda itaat etmelidir.
Kural 3 - Bir robot birinci ve ikinci kurala karşı gelmemek kaydı ile varlığını muhafaza etmekten sorumludur.

Robotlar artık gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmişlerdir. İnsanların robotlara olan güveni tamdır. Fakat robotlar bu güveni hakkedşyorlar mı? Bir robot ile bir insanı ayıran temel özellik nedir? Bir robot insan gibi hissedebilir mi?

6 Mart 2010 Cumartesi

Değiştirme Zamanı Geldi

Bir şeyi değiştirmek ne kadar zor olabilir? Bir Cumartesi evde oturmuş “ Precious , A novel Push by Sapphire” isimli filmi seyredereken aklıma gelen ilk şeydi. İnsan yaşadığı hayatı tüm iyi ve kötülüklerine rağmen değiştirmek te neden zorlanır acaba. Filmde 16 yaşında babası tarafından tecavüze uğrayıp, babasından hamile kalan bir kızın öyküsü anlatılıyor. Sanıyorum insanlar daha ufak yaşlarda daha cesur oluyor, ufakken hayaller kuruyoruz. Sonra bunların bir kısmı gerçek oluyor bir kısmı ise olmuyor. Gerçek olan hayaller bizi mutlu ederken, gerçekleşmeyenler ise biraz umutsuzluğa kapılmamıza sebep oluyor.

Küçük bir çocuğa sorduğunuz zaman ne olmak istersin diye, genelde aldığınız cevap absürd dür. Fakat verdiği cevap onun o zamana kadar ki hayatında kendisine uygun gördüğü roldür aslında. En yukarıda gördüğü şey olmak ister. Genelde aileler ise çocuklarını toplumun onaylayacağı şeyler yapmaları konusunda eğitirler(en azından bizim jenerasyon için). Peki hangi zamanda bunu değiştirebiliriz. Kaç çocuk ben sanatçı olacağım derki??? Ancak aile çocuğun becerilerini görüp çocuğu yönlendirir. İşte bizim zamanımızın en büyük problemi de bu. Bize ebeveynler olarak çok iş düşüyor.

Bence, 25 senelik enflasyonist ortam ve dünyadaki katı kapitalizm tüm aileleri çocuklarının iyi para kazanabileceği bir meslek sahibi olmalarını sağlamaya yönlendirdi. Bunda aslında ailelerimiz çok da haksız değildi. Yaşadığımız yer ve durum bunu gerektiriyordu. Bu düzen içersinde çok az insan diğer yönlere kaydı. Halbuki her şey para değil dediğinizi duyar gibiyim, teoride haklısınız ya pratikte??? Bu düzen ne zaman ve nasıl değişecek peki? Maalesef bizim jenerasyon un bunun değiştiğini göreceğini pek sanmıyorum. Nasreddin hoca bundan 800 sene evvel görmüş aslında gerçeği “ye kürküm ye” derken. Elimizden geleni çocuklarımız için yapmalıyız artık.

Bize düşen bunu artık değiştirmek. Sanat icra etmenin, sosyal sorumluluk projelerinde bedelsiz çalışmanın, paylaşmanın iyi olduğunu öğretmemiz lazım çocuklarımıza. Televizyon seyretmek yerine tüm boş zamanlarında hoşlanacakları başka şeyler bulmalarını sağlamamız gerekli. Vakitlerini bunlara yönlendirmeye çalışmalıyız. Zamanlarını alışveriş merkezlerinde yada oyun salonlarında değil, tiyatrolarda, el becerileri kurslarında, müzelerede geçirmelerini sağlamalıyız. Tek hobilerinin Playstation oynamak yada televizyon seyretmek olmaması gerekli.

Bende bundan sonra bunu yapmaya çalışacağım kendi oğlum için.

Blogumu izleyenlerden ricam önerilerinizi benle paylaşmanız.

12 Şubat 2010 Cuma

KAYBETMEK

Kaybetmek. Sözlük anlamı olarak elinde olan bir şeyden mahrum olma durumu. Bir eşya kaybettiğimiz zaman mutlaka onu bulmak umudu ile bakınırız etrafa. O eşya yı en son nereye koymuştuk, nerede bırkamıştık, eve getirmişmiydik. Çok fazla nadir bir şey değil ise 1 saat üzülürüz sonra geçer gider. En kötüsü gider yenisini alırsınız. Biraz üzülürüz canımız sıkılır ama olsun yerine konabilir.

Halbuki bir insanı kaybettiğiniz zaman bilirsiniz bir daha onu göremeyeceğinizi, ona dokunamayacağınızı. Ve bu asla geri gelmez. Kaybedilen insan geri gelmez. En güzel gününüzde keşke yanımda olsaydı bu güzelliği beraber yaşasaydık dersiniz, en kötü gününüzde keşke yanımda olsaydı bana destek olurdu dersiniz. Bir türlü bu olmaz, ve özleminiz her geçen gün artar. Bunun sebebi insanın alışkanlıklarıdır aslında. Alışmışızdır o insanın etrafımızda olmasına, alışmışızdır desteğine. Yokluğu zor gelmeye başlar, giderek özlem artar. Bir gün sabah kalkarsınız ve anlarsınız bir daha geri gelmeyeceğini, işte o gündür aslında sizin için o kişinin değerinin asıl ortaya çıkması. Çünkü o günden sonra hep güzel şeylerde hatırlamaya başlarsınız kaybettiğinizi, en kötü anınızda gözlerinizi kaparsınız onu düşünüp rahatlamak için. Özlem duyarsınız o hiç bitmez ama artık kaybedilen kişinin kayıp olduğunu ve bir daha bulunamayacağını anlarsınız. Ve insan olduğu içinde ne yerine yenisini koyabilirsiniz nede çıkıp bir tane daha satın alabilirsiniz.

Çok yakın zamanda değil ama 1 sene kadar evvel hayatımda yeri çok olan bir kişiyi kaybettim. Önce ağladım hem de her gün, sonra üzüldüm hemde her gün, hiç yapmadığım bir şey yaptım mezarlıkta sık sık ziyaret ettim onu. Kaybettiğim yerde bulmak umuduyla. Ama bir sabah kalktım ve artık onun benim hayatımda ki yerini artık devretmiş olduğunu gördüm. Başkaları gelmişti ve onun yaptıklarını birer birer üstlenmişti, hiç bir tanesi onun yerini tutamazdı ama birileri o işleri devralmaya hevesli idi. O sabah aynada kendime bakarken düşündüm, artık yoktu, peki ağladım geri geldi mi? Üzüldüm geri geldi mi? Mezarlığa gittim geri geldi mi? HAYIR. Ve gelmeyecekte. O artık benim hayatımda fiziksel olarak bulunmayacak. Ama bana söyledikleri onunla yaşadıklarımla hiç benden ayrılmayacak. Düşünüyorum kendi kendime ve kaybettiğimin nerede olduğunu buldum. Kalbime saklandı ve hep orada duracak bir daha asla oradan çıkmayacak. Bir de bana bir güzelik yapıyor, her aradığımda bana kalbimden sesleniyor, kaybetmedin beni ben buradayım diyor.

Lee Iacocca demiş “Sevdiklerimi bir daha göremeyeceğime inanmak istemiyorum, bunun yüzünden bu yaşamdan sonra başka bir yaşam olduğuna inanmak istiyorum”

R.I.P. Bro

25 Ocak 2010 Pazartesi

TARTIŞMA

Tartışma nedir? Bir grubu ilgilendiren, bir konu hakkında farklı düşünceleri olan kişilerin konuyla ilgili görüşlerini açıklamak, konuyu (veya sorunu) çözmek amacıyla bir araya gelerek bilgi paylaşımı yaptıkları karşılıklı konuşmaya tartışma denir.

İnsanlar neden birbirleri ile tartışır? Bilgi ve görüşlerini paylaşmak için dediğinizi duyar gibiyim. Asıl merak ettiğim tartışmak değil de kendi fikrini başkasına kabul ettirmeye çalışmak nasıl bir şey acaba? Medeni çerçevede tartışmak benim açımdan fikir alış verişidir. Maalesef genelde çevremde gördüğüm tartışmalar, her kişinin diğerini kendi fikrine ikna etmeye çalışması şekilinde vukuu buluyor. Neden acaba diye düşünüyorum. İnsan neden karşısındakinin de kendisi gibi düşünmesini ister ki? Tartışmaya girildiği zaman benim yapmaya çalıştığım şey kendi bilgimi paylaşmak olmalı. Neden karşıda ki senle aynı fikirde olsun ki. Konu eğer bilgiye dayanan bir konu ise o zaman bilgisi olan kişiye herkes saygı göstermelidir. Çok gördüğüm ve çok rahatsız olduğum konu “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” insanlar. Bunlardan hepimizin etrafında çokça vardır. Bir konu konuşulmaya başladığında mutlaka anlatacak bir şeyleri vardır bu insanların. Paylaştıkları şeyler abuk sabuk, incir çekirdeğini bile doldurmayacak fikirler(i)dir sadece.

Peki böyle bir ortamda ne yapılmalı? Yada daha doğrusu ben ne yapamıyorum. Susmak lazım. Susup o kişinin konuşmasına müsade etmek lazım bence. Bırakın o kişi konuşsun anlatsın anlatacağını. Neden onunla bir tartışmaya gireyim ki, sadece beni yoracak ayrıca da yorulmamın yanı sıra bir kazancım da olmayacak. Karşımda ki kişi bilgili bir kişi olsa bir çok şey öğrenebilirim. Ama işte gelin görün ki evdeki hesap hiç çarşıya uyar mı. Bende böyle durumlarda susamıyorum. Ortamda ki herkesin yanlış bilgilendirilmesi beni bozuyor, başlıyorum konuşmaya. Veee o zaman da herşeye muhalif insan rolü üzerime yapışıyor. Çok konuşan adam yaftasını yiyorum her sefer. Ama artık kendi kendime söz verdim girmeyeceğim kimse ile bu tip tartışmalara. Susacağım, sükutun altın olduğunu ispatlarcasına. Varsın herkes konuşsun, yanlış bilgilensin ben mi kurtaracağım hepsini. Ne dersiniz doğrusu da bu değil mi sizce de? Bırakalım herkes konuşsun bilgi sahibi olup olmadığına bakmaksızın dinleyelim onları. Hem yorulmayalım hemde ortamda muhlafet, antipatik damgasını yemeyelim.

Hem ne demiş Montesquieu “İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur” . Bundan sonra hedef daha çok düşünmek daha az konuşmak.

21 Ocak 2010 Perşembe

Bir Çin Yazıtı

Çocuklarınız sizlerin değildir
Onlar bizzat yaşamın çağrısının kızları ve oğullarıdır.
Elinizden geçerler, sizden gelmezler...
Eğer sizlerle birlikteyseler
Bu sizindir anlamına gelmez!
Onlara sevginizi verin ,fikirlerinizi değil...
Çünkü onların kendi fikirleri vardır
Bedenlerini barındırın, ruhlarını değil...
Çünkü ruhları bize ve hayallerimizeYasaklanan yarınlardadır...
Sizler onlara benzemeye çalışın...
Onları kendinize benzetmeye değil!

Benim en çok hoşuma giden kısmı son iki satır oldu. Keşke kendi oğluma benzeye bilsem............

12 Ocak 2010 Salı

Taşınma

1 sene içersinde hem evimi hem de işyerimi taşıdım yeni yerlere. Garip bir his oluyor her sefer içimde. Ben alışkanlıkları olan ve alışkanlıklarına çok alışık bir insan olduğum için aslında bu değişiklikler beni çok rahatsız etmeli, fakat gelin görün ki tam tersi oldu her iki sefer de.

Sanki geride bıraktığım mekan benim için hiç bir şey ifade etmiyor. Bir yandan da acaip bir sevinç duyuyorum. Mantıklı düşündüğüm vakit eski yerler de bir sürü anılar bir sürü yaşanmışlar varken yeni yer tamamen bir muamma. Ben neden mutlu oluyorum peki her yer değiştirdiğimde. Kendimce buna bir kulp buldum aslında. Yeni yer yeni umutlar diye, fakat henüz bende kendimi kandıra bilmiş değilim. Acaba ben gerçekten duygusuz bir adam mıyım? Yoksa sadece her şeyi geride bırakmayı seven ve hep önüne bakan bir insan mıyım? Sanırım ikinici şık beni daha iyi tanımlıyor. Bence her insan hep önüne bakmalı geriye değil. Mekanlar ile bağ kurmaya neden ihtiyaç duyuyor acaba insanlar. Mesela neden insan babasının doğduğu binayı bulmak ister. Pek çok film ve kitapta işlenen bir konudur bu. Genç insanlar için eski bağlara ulaşmak mıdır acaba amaç. Yada galiba eskiye duyulan özlem bütün sebep. Bense tam tersi geçmişten kopuk yaşamaya çalıştığım için mekanlar ile ilişki kurmuyorum herhalde. Hatıralarımda bile eski mekanları tutmak bana fazla geliyor. Boşuna yer kaplıyor aklımda diye düşünüyorum. Geçmiş olduğu yerde kalmalıdır, yaşanacak tek gün ise bugündür. Onun için günü yaşayın ve geçmiş için ne mutlu olun ne de üzülün derim.

6 Ocak 2010 Çarşamba

TÜKETİM TOPLUMU

Bazen çocukluğumu hatırlıyorum daha az oyuncağım var dı daha mutluydum sanki diyorum kendi kendime. Seçmek zorunda değildim oynayacağım oyuncağı. Sonra hatırlıyorum televizyonun ilk renkli yayına geçtiğini daha az kanalımız vardı daha mutluydum sanki. Elimde kumanda belki daha güzel bir program vardır diğer kanalda diye durmadan kanal değiştirmek zorunda değildim. Hatırlıyorum annem bana anlatmıştı”her çocuk doğduğunda bir telefon hattı için başvururuz 15 senede anca sıra gelir” dediğini. Yeni I-Phone çıktı ay sonu alsam mı diye düşünmek zorunda değildim. Okul çıkışı bir ufak arabacı vardı ondan yiyecek herhangi bir şey almak ne multuluktu(kağıt helva,horoz şeker leblebi tozu). Bütün bunları sanki şu anki durumdan şikayetçiymişim gibi yazmıyorum fakat birde gerçek var. Şu anki durum hepimizi zorlamıyor mu? Ben kendi açımdan düşündüğüm zaman bütün dünyanın bu durumdan muzdarip olduğunu görüyorum.

Bizi alıştırdılar herşeyi tüketmeye. Kandırıyorlar bizi, tüketmezsek üretemeyiz o zaman da herkes işsiz kalır dünya da kaos olur diyorlar. Ben kendi açımdan “yemezler koçum” diyorum. Neyi tüketiyoruz? Aslında kendimizi tüketmiyor muyuz? Doğayı tüketmiyor muyuz? Sürekli bir çaba daha iyisi daha fazlası diye. Yorgun hissettiğim günler oluyor kendimi sırf bunu düşünmekten. Her zaman herşeyin daha iyisini, daha pahalısını, daha az bulunanını arıyoruz. Çünkü bu virüs bizim kanımıza girdi bir kere, artık çıkması çok zor. Gelecek nesil de böyle yetişiyor. Hepimiz böyle yetiştiriyoruz çocuklarımızı. Tabii ki bazı kişiler buna hemen itiraz edeceklerdir “yok canım biz öyle yetiştirmiyoruz çocuğumuzu” diyecekler. Ama gerçeği hepimizin görmesi gerek. Tüketebildiğimiz kadar üretmeliyiz bence üretebildiğimiz kadar tüketmek değil doğrusu.

Eski zamanda talep arzı doğruruken artık iş tam tersine dönmeye başladı. Ne kadar arz olursa o kadar talep yaratılması lazım. Bu yüzden reklam sektörü, görüntülü ve yazılı medya, hatta şimdilierde sanal medya devasa büyüklüklere ulaştı. Herşey reklam üzerine kurulu, malın iyiliğine bakan kalmadı, herşey güzel paketlenme ile göz boyama üzerine. Herkes bunun peşinde. Yan yana iki fabrika aynı malı üretseler bile birinin markası daha iyi ve kuvvetli durumda olduğu için diğerinden pahalıya satabiliyor malı. Ya bu nasıl saçmalık. Ama burada her şey tüketicinin hatası, bizler düzgün tüketmeyi beceremediğimiz için oluyor hepsi. Alışveriş merkezi çılgınlığı da dünyayı buna doğru hızla itiyor. Bir alışveriş merkezine gittiğimizde ufak bir şey bile almaya gitsek o şahane vitrinlerden o müthiş görüntülerden etkilenip kendimizi mecbur hissediyoruz birşeyler daha satın almaya. Okuduğum bir kitapta “Las Vegas ta kumarhanlere gece fazladan oksijen verirlermiş insanların uykusu gelip uyumaya gitmesinler diye” yazıyordu. Bazen düşünüyorum acaba bu alışveriş merkezlerinde de benzer bir yöntem mi kullanıyorlar.
Benim düşüncem tüm dünyanın bir an evvel eskiden olduğu gibi talebin arzı yarattığı günlere dönmesi gerekli. Tek kurtuluş bu. Yoksa gördüğümüz gibi düzeletmeler otomatik olarak yapılıyor ve her zaman zarar görende orta ve aşağısında olan kişiler oluyor.