25 Ocak 2010 Pazartesi

TARTIŞMA

Tartışma nedir? Bir grubu ilgilendiren, bir konu hakkında farklı düşünceleri olan kişilerin konuyla ilgili görüşlerini açıklamak, konuyu (veya sorunu) çözmek amacıyla bir araya gelerek bilgi paylaşımı yaptıkları karşılıklı konuşmaya tartışma denir.

İnsanlar neden birbirleri ile tartışır? Bilgi ve görüşlerini paylaşmak için dediğinizi duyar gibiyim. Asıl merak ettiğim tartışmak değil de kendi fikrini başkasına kabul ettirmeye çalışmak nasıl bir şey acaba? Medeni çerçevede tartışmak benim açımdan fikir alış verişidir. Maalesef genelde çevremde gördüğüm tartışmalar, her kişinin diğerini kendi fikrine ikna etmeye çalışması şekilinde vukuu buluyor. Neden acaba diye düşünüyorum. İnsan neden karşısındakinin de kendisi gibi düşünmesini ister ki? Tartışmaya girildiği zaman benim yapmaya çalıştığım şey kendi bilgimi paylaşmak olmalı. Neden karşıda ki senle aynı fikirde olsun ki. Konu eğer bilgiye dayanan bir konu ise o zaman bilgisi olan kişiye herkes saygı göstermelidir. Çok gördüğüm ve çok rahatsız olduğum konu “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” insanlar. Bunlardan hepimizin etrafında çokça vardır. Bir konu konuşulmaya başladığında mutlaka anlatacak bir şeyleri vardır bu insanların. Paylaştıkları şeyler abuk sabuk, incir çekirdeğini bile doldurmayacak fikirler(i)dir sadece.

Peki böyle bir ortamda ne yapılmalı? Yada daha doğrusu ben ne yapamıyorum. Susmak lazım. Susup o kişinin konuşmasına müsade etmek lazım bence. Bırakın o kişi konuşsun anlatsın anlatacağını. Neden onunla bir tartışmaya gireyim ki, sadece beni yoracak ayrıca da yorulmamın yanı sıra bir kazancım da olmayacak. Karşımda ki kişi bilgili bir kişi olsa bir çok şey öğrenebilirim. Ama işte gelin görün ki evdeki hesap hiç çarşıya uyar mı. Bende böyle durumlarda susamıyorum. Ortamda ki herkesin yanlış bilgilendirilmesi beni bozuyor, başlıyorum konuşmaya. Veee o zaman da herşeye muhalif insan rolü üzerime yapışıyor. Çok konuşan adam yaftasını yiyorum her sefer. Ama artık kendi kendime söz verdim girmeyeceğim kimse ile bu tip tartışmalara. Susacağım, sükutun altın olduğunu ispatlarcasına. Varsın herkes konuşsun, yanlış bilgilensin ben mi kurtaracağım hepsini. Ne dersiniz doğrusu da bu değil mi sizce de? Bırakalım herkes konuşsun bilgi sahibi olup olmadığına bakmaksızın dinleyelim onları. Hem yorulmayalım hemde ortamda muhlafet, antipatik damgasını yemeyelim.

Hem ne demiş Montesquieu “İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur” . Bundan sonra hedef daha çok düşünmek daha az konuşmak.

21 Ocak 2010 Perşembe

Bir Çin Yazıtı

Çocuklarınız sizlerin değildir
Onlar bizzat yaşamın çağrısının kızları ve oğullarıdır.
Elinizden geçerler, sizden gelmezler...
Eğer sizlerle birlikteyseler
Bu sizindir anlamına gelmez!
Onlara sevginizi verin ,fikirlerinizi değil...
Çünkü onların kendi fikirleri vardır
Bedenlerini barındırın, ruhlarını değil...
Çünkü ruhları bize ve hayallerimizeYasaklanan yarınlardadır...
Sizler onlara benzemeye çalışın...
Onları kendinize benzetmeye değil!

Benim en çok hoşuma giden kısmı son iki satır oldu. Keşke kendi oğluma benzeye bilsem............

12 Ocak 2010 Salı

Taşınma

1 sene içersinde hem evimi hem de işyerimi taşıdım yeni yerlere. Garip bir his oluyor her sefer içimde. Ben alışkanlıkları olan ve alışkanlıklarına çok alışık bir insan olduğum için aslında bu değişiklikler beni çok rahatsız etmeli, fakat gelin görün ki tam tersi oldu her iki sefer de.

Sanki geride bıraktığım mekan benim için hiç bir şey ifade etmiyor. Bir yandan da acaip bir sevinç duyuyorum. Mantıklı düşündüğüm vakit eski yerler de bir sürü anılar bir sürü yaşanmışlar varken yeni yer tamamen bir muamma. Ben neden mutlu oluyorum peki her yer değiştirdiğimde. Kendimce buna bir kulp buldum aslında. Yeni yer yeni umutlar diye, fakat henüz bende kendimi kandıra bilmiş değilim. Acaba ben gerçekten duygusuz bir adam mıyım? Yoksa sadece her şeyi geride bırakmayı seven ve hep önüne bakan bir insan mıyım? Sanırım ikinici şık beni daha iyi tanımlıyor. Bence her insan hep önüne bakmalı geriye değil. Mekanlar ile bağ kurmaya neden ihtiyaç duyuyor acaba insanlar. Mesela neden insan babasının doğduğu binayı bulmak ister. Pek çok film ve kitapta işlenen bir konudur bu. Genç insanlar için eski bağlara ulaşmak mıdır acaba amaç. Yada galiba eskiye duyulan özlem bütün sebep. Bense tam tersi geçmişten kopuk yaşamaya çalıştığım için mekanlar ile ilişki kurmuyorum herhalde. Hatıralarımda bile eski mekanları tutmak bana fazla geliyor. Boşuna yer kaplıyor aklımda diye düşünüyorum. Geçmiş olduğu yerde kalmalıdır, yaşanacak tek gün ise bugündür. Onun için günü yaşayın ve geçmiş için ne mutlu olun ne de üzülün derim.

6 Ocak 2010 Çarşamba

TÜKETİM TOPLUMU

Bazen çocukluğumu hatırlıyorum daha az oyuncağım var dı daha mutluydum sanki diyorum kendi kendime. Seçmek zorunda değildim oynayacağım oyuncağı. Sonra hatırlıyorum televizyonun ilk renkli yayına geçtiğini daha az kanalımız vardı daha mutluydum sanki. Elimde kumanda belki daha güzel bir program vardır diğer kanalda diye durmadan kanal değiştirmek zorunda değildim. Hatırlıyorum annem bana anlatmıştı”her çocuk doğduğunda bir telefon hattı için başvururuz 15 senede anca sıra gelir” dediğini. Yeni I-Phone çıktı ay sonu alsam mı diye düşünmek zorunda değildim. Okul çıkışı bir ufak arabacı vardı ondan yiyecek herhangi bir şey almak ne multuluktu(kağıt helva,horoz şeker leblebi tozu). Bütün bunları sanki şu anki durumdan şikayetçiymişim gibi yazmıyorum fakat birde gerçek var. Şu anki durum hepimizi zorlamıyor mu? Ben kendi açımdan düşündüğüm zaman bütün dünyanın bu durumdan muzdarip olduğunu görüyorum.

Bizi alıştırdılar herşeyi tüketmeye. Kandırıyorlar bizi, tüketmezsek üretemeyiz o zaman da herkes işsiz kalır dünya da kaos olur diyorlar. Ben kendi açımdan “yemezler koçum” diyorum. Neyi tüketiyoruz? Aslında kendimizi tüketmiyor muyuz? Doğayı tüketmiyor muyuz? Sürekli bir çaba daha iyisi daha fazlası diye. Yorgun hissettiğim günler oluyor kendimi sırf bunu düşünmekten. Her zaman herşeyin daha iyisini, daha pahalısını, daha az bulunanını arıyoruz. Çünkü bu virüs bizim kanımıza girdi bir kere, artık çıkması çok zor. Gelecek nesil de böyle yetişiyor. Hepimiz böyle yetiştiriyoruz çocuklarımızı. Tabii ki bazı kişiler buna hemen itiraz edeceklerdir “yok canım biz öyle yetiştirmiyoruz çocuğumuzu” diyecekler. Ama gerçeği hepimizin görmesi gerek. Tüketebildiğimiz kadar üretmeliyiz bence üretebildiğimiz kadar tüketmek değil doğrusu.

Eski zamanda talep arzı doğruruken artık iş tam tersine dönmeye başladı. Ne kadar arz olursa o kadar talep yaratılması lazım. Bu yüzden reklam sektörü, görüntülü ve yazılı medya, hatta şimdilierde sanal medya devasa büyüklüklere ulaştı. Herşey reklam üzerine kurulu, malın iyiliğine bakan kalmadı, herşey güzel paketlenme ile göz boyama üzerine. Herkes bunun peşinde. Yan yana iki fabrika aynı malı üretseler bile birinin markası daha iyi ve kuvvetli durumda olduğu için diğerinden pahalıya satabiliyor malı. Ya bu nasıl saçmalık. Ama burada her şey tüketicinin hatası, bizler düzgün tüketmeyi beceremediğimiz için oluyor hepsi. Alışveriş merkezi çılgınlığı da dünyayı buna doğru hızla itiyor. Bir alışveriş merkezine gittiğimizde ufak bir şey bile almaya gitsek o şahane vitrinlerden o müthiş görüntülerden etkilenip kendimizi mecbur hissediyoruz birşeyler daha satın almaya. Okuduğum bir kitapta “Las Vegas ta kumarhanlere gece fazladan oksijen verirlermiş insanların uykusu gelip uyumaya gitmesinler diye” yazıyordu. Bazen düşünüyorum acaba bu alışveriş merkezlerinde de benzer bir yöntem mi kullanıyorlar.
Benim düşüncem tüm dünyanın bir an evvel eskiden olduğu gibi talebin arzı yarattığı günlere dönmesi gerekli. Tek kurtuluş bu. Yoksa gördüğümüz gibi düzeletmeler otomatik olarak yapılıyor ve her zaman zarar görende orta ve aşağısında olan kişiler oluyor.