28 Nisan 2010 Çarşamba

Bir Haftasonu Kaçamağı

Pek gezi yazısı yazmayı becerebiliyor muyum bilmiyorum ama bakalım bunu da deneyeceğim.

23 Nisan ın tatil olmasını fırsat bilerek eski bir dost a biraz da zoraki olarak kendimi davet ettirdim 24-25 Nisan için Sapanca nın tepelerindeki evlerine. Yıllarca büyük bir samimiyet yaşadığım arkadaşım ile sanki hayatlarımız komik bir şekilde tekrar birleşmişti. Oğullarımızın doğum günlerinin aynı gün ve hatta aynı saat olması acaba tesadüf mü, yoksa kozmik enerji ile bir alakası var mı? (neyse bu konuyu bir başka yazıya bırakalım). Hatta isimlerim öMeR ve aMiR olması tesadüf mü?

Cumartesi sabah saat 8.30 civarı evden çıktık, planımız 10.00 gibi kahvaltıya oturmuş olmaktı. Birazda otobanın verdiği rahatlıkla hızlıca vardık. Amir ilginç bir şekilde arabada hiç ses çıkarmadan arkada kendi koltuğunda oturdu. Sanırım o da bu kaçamağın bizim için ne kadar değerli olduğunu anlamıştı. Sapanca/Arifiye çıkışında Aybars, Aytaç ve Ömer bizi bekliyordu. Bizim kadar onları da heyecanlı görmek beni çok mutlu etmişti.

Hemen yola çıktık ve ISTANBULDERE isimli bir yere gittik. Maşukiye nin tepelerinde bir dere kenarına kurulmuş harika bir tesis. Bizi burada güzel bir kahvaltının beklediğini tahmin edebiliyordum. Gerçekten dere kenarında oturup muazzam bir kahvaltı yaptık. Mini bir yürüyüş planladı Aybars bize fakat gelin görün ki Amir ayağı ile dere ye girince bizim macera oyunumuz erken bitti. İstemeye istemeye de olsa oradan ayrıldık ve akşam hazırlıklarına başlamak için yavaştan eve gittik. Yolda Tuna ile sürekli birbirimize bakıyorduk “ daha yukarı çıkacak mıyız acaba” diye. Ve nihayet eve vardık. Süper bir konumda harika bir manzara gören bir ev. Biraz nefeslendikten sonra Adapazarına inmeye ve akşam için alışverişimizi yapmaya karar verdik. Hangi araba ile gideceğimize karar vermek biraz sürdü ama sonunda Adapazarına inebilmeyi becerdik. Aybars ın da dürtmesi ile Islama Köfteci Mustafa nın yerine gittik. Harika bir çorba, ardından bir köfte, ortaya bir Kurufasulye yanında Şıra içtik. Tam yemek bitti derken Aybars son bir hamle ile tatlı siparişi verdi. Masaya gelen ekmek kadayıf ve tel kadayıf da süperdi. Aybars ise üzerindeki kaymağa takmış bize kaymğın böyle göründüğüne bakmayın süperdir diyordu. Benim restorant çıkışında bir daha yemek yiyemem herhalde deyişime, Aytaç “ Dur daha ne yedin görücem ben seni akşam mangal başında” diyordu.

Biraz da gezmeye karar verdik Adazarında ne var gezecek derken Uzunçarşıya gitmek geldi aklımıza. Ve işte orada anılarım canlandı. Bir Kubilay Abim vardı orada. Bulmak istedim onu. Ve aynen bıraktığım yerde, bıraktığım şekilde buldum onu. Sadece hayat biraz yaşlandırmıştı onu, bana sarılması ile beraber zor tuttum kendimi ve göz yaşlarımı. Ayaküstü bir muhabbet ve sonra ayrıldık yanından. Tuna da söylüyordu “ bu adam seni ne kadar sevmiş” diye, kendi kendime hiç bir çıkar ilişikisi olmayan insanlar böyle severler birbirini dedim.

Etleri aldık, meyve sebze alışverişini de yaptık ve çıktık tekrar eve. Saat 16.00 gibi ben Aybars’ı doldurmaya başladım. Ve nihayet saat 16.30 civarında Jack Daniels ımızı açtık. Buzları koyduk ve saat 23.30 a kadar sürecek harka bir muhabbet başladı.Bu arada Aytaç içeride hazırlıklar yaparken bize çeşitli aryalardan seçmeler sunuyordu. Memleketde genelde uzunhava veya türkü söyler insanlar yemek hazırlarken ama Aytaç yeteneklerini konuşuturup bize çok güzel bir hava katıyordu mutfaktan.

Muhabbet, kah mangal başında kah şömine başında devam ederken açık havanın da etkisi ile giderek keyfimiz arttı. Aybars ortamı bizim için daha konforlu ve keyifli hale getirebilmek için etrafımızda dönüyor Aytaç ise sürekli bir şey lazım mı diye soruyordu. Bu kadar misafirperver insanlar ile ilk defa karşı karşıya kalmak Tuna yıda benide şaşırtmıştı. Yediğimiz etleri aradan 4 gün geçmesine rağmen hala anlatıyoruz. Gerçekten süper bir mangal keyfi oldu, Aybarsın ve benim hafif çakır keyif olmamızla beraber ortam iyice neşelendi ve Aybarsın Texas şivesi ile yaptığı taklitler bizi gülmekten telef ediyordu az daha. Ve yatak zamanı gelmişti. Tuna nın biraz tedirgin olmasına rağmen gayet güzel bir uyku uyuduk. Ve sabah 6.50 de bendeniz ayağa kalktı tabi Amir de beni izledi. Ve işte o an benim için mükemmeldi. Oğlan yanda bahçede oynuyor ben göl manzarası karşısında kahve mi yudumluyordum. Bu keyif herşeye bedeldi.

Ev ahalisinin de uyanması ile beraber son gün planı yapıldı, valizler toparlandı ve saat 9.30 da kahvaltı için yola çıkıldı. Evden ayrılıyorduk ama ben ki hiç bir batıl inancım yoktur, Tuna nın “ Arkana bak da bir daha gelelim” demesi ile beraber dönüp arkama bakıyordum.

Son günümüzün kahvaltısı için Heinz isimli bir bahçeye gittik. Yine çayır çimen ve yine muhteşem bir kahvaltı. Dönüş vakti gelmişti. Herkesin yüzünde minik de olsa bir ekşime olmuştu. Sarılmalar, öpüşmeler derken hepimiz birbirimize 5-6 kez “BAY BAY” diyorduk. Sanki ayrılmak istemezmişcesine.

Oğlanların uyumu hepimizi çok memnun etmişti. Bir ara Amir’e baktım ve onun Ömer’e sarılmış olduğunu gördüm. Ne kadar güzel bir görüntüydü anlatamam. Kendi kendilerine dost olmuşlardı. Tıpkı babalarının bir okul sırasında dost olmaları gibi.

Dönüş yolculuğu biraz da maceralı olarak tamamlandı. Yolda bozulan arabamız bize biraz çile çektirdi. Ama Aybars sağolsun tüm iyimserliği ile benim sinirimi almayı çok iyi becermişti. Ve çekici arabayı aldıktan sonra, hepimiz ve hepimizin valizleri aynı arabaya sığışıp evimize geri döndük.

Bu harika haftasonu için KAHYAOĞLU ailesine çok teşekkür ediyorum. Ve bundan sonra yapılması gereken şeyleri de aşağıda sıralıyorum.

1) Haftasonu kaçamağı güzeldir. Bol bol yapmak lazım
2) Bu kaçamakda muhabbeti güzel insanlarla olmak daha da güzelleştirir kaçamağı.
3) Çocukları çayır çimene bıraktığınızda hem onlar hemde biz daha mutlu oluyoruz. Bunu daha sık yapmak lazım.
4) Güzel bir mangal hiç bir yemeğe değişilmez.
5) Jack Daniels en kralı içkidir. Yanında iyi muhabbet olursa tüketim miktarı artar dikkatli olmak lazım.
6) Ufakken kurulan dostluklar samimi oluyor, çocuklarımızı buna teşvik etmek lazım.
7) YAPCAK BİR ŞEY YOK, en yakın zamanda bir daha gitmek lazım..





















16 Nisan 2010 Cuma

EMPATİ





Kendimin en başarılı olduğunu düşündüğüm konulardan biri empati kurabilme yeteneğimdir. Çok zamandır bu konuda bir yazı hazırlığı içerisindeyim. Bu yazı aslında pek kendimi anlattığım bir yazı olmayacak. Genelde bu blogda kendimden örnekler vererek yazı yazmaya çalışıyorum faka bu sefer başka bir yol ile bilgilendirme yapmak istedim. Bu konuyuda bayağı bir zamandır araştırıyorum. Bazı yazılar, makaleler okudum konu ile ilgili. Genel olarak benim düşüncelerime ve davranışlarıma paralel bir durum olduğunu gördüm. Bu yazıyı derlerken çok keyif aldım, umarım okurken sizde keyif alırsınız.

Empati nedir?

Empati kişinin bir diyalog sırasında karşısındakinin duygu ve düşüncelerini anlayabilmesini ve böylece duyarlı bir yaklaşım içinde olmasını sağlayan bir Duygusal Zeka becerisidir. Empati becerisini iyi kullanabilen kişiler bu anlamda, iyi bir dinleyici olmalarının yanı sıra, karşıdaki kişinin dile getirmediği duygularını da sezebilir, bakış açılarını kavrayabilirler. Bu bakımdan, empati kişinin farklı olan ya da başka kültürden gelen insanlarla iyi geçinebilmesini sağlar .

Empati kurabilmemiz için gerekli olan üç öğe vardır :

* Empati kuracak kişi kendisini karşısındakinin yerine koymalı, olaylara onun bakış açısıyla bakmalıdır.
* Empati kurmuş sayılmamız için karşımızdaki kişinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamamız gereklidir.
* Empati kuran kişinin zihninde oluşan empatik anlayışın karşıdaki kişiye doğru olarak iletilmemesi durumunda empati kurma sürecini tamamlamış sayılmayız.

Örneğin, bir arkadaşınızın patronuyla arası bozuk ve canı çok sıkkın, haksızlığa uğradığını düşünüyor ve hararetli bir şekilde derdini sizinle paylaşıyor. Siz, kendinizi onun yerine koyup neler hissettiğini anlayabilirsiniz. Onun duygularını içinizde hissedebilirsiniz. Ama, sıra bu durumu ona ifade etmeye geldiğinde, her şey yolundaymış gibi gülerek “halledersin, boş ver” diyebilirsiniz. İşte böyle davrandığınızda, yüzünüzdeki ifade, söylediğiniz söz ve içinizdeki duygular arasında bir çelişki ortaya çıkar. Dolayısıyla da doğru empati kurmuş, fakat bunu karşıdakine yeterince iletememiş olursunuz. İletme gerçekleşmediği takdirde empati tamamlanmış sayılmaz.

“Empati” tanımını iyi anlamak gerekir...

Başarılı iletişimin güçlü aracı “empati” yanlış anlamalara da açık bir kavramdır. Bu konuda üç genel yanlış anlama bulunmaktadır :

* Empati “iyi bir insan olmak” anlamına gelmez. Sadece iyi insan olmak adına düşünce ve duygularımızı karşımızdakine doğru ve açık bir şekilde anlatamıyorsak, bu durum başka insanların duygularını kendi duygularımız gibi benimseyip herkesi hoşnut etmeye çalışmak anlamına gelir - ki bu durum bir kabusu andırır ve hareket özgürlüğümüzü kısıtlar.
* Empati çoğu kez “sempati” ile karıştırılmaktadır. Aslında bu iki kavram birbirinden çok farklıdır. Karşımızdaki kişiye sempati duyuyorsak, onun hissettiği duyguların aynılarını hissederiz ve karşımızdaki kişinin ne düşündüğü ve hissettiğiyle ilgili örneğin, “ sınavı kazanmana sevindim”, “kitabını kaybetmene üzüldüm” gibi “ben” ve “benim” vurgusunu hissettiren kendi yorumumuzu ortaya koyarız. Yani sempati duyduğumuz kişiyi anlamamız ve kendimizi onun yerine koymamız şart değildir. Bunlar iyi niyetli yaklaşımlar olmasına rağmen karşı tarafı etkilemekte yetersiz kalır. Oysa ki empati kurduğumuzda karşımızdaki kişiyle aynı duyguları ve görüşleri paylaşmamız gerekmez, sadece onun duygularını anlamaya çalışırız. Diğer bir deyişle empatik cümleler “sen” vurgusunu taşır. Bu durumda sözlü ifadelerimiz “sınavı kazandığına seviniyor olmalısın”, “kitabı kaybettiğine üzülmüşsündür” gibi karşımızdaki kişiyi anladığımızı hissettirecektir.
* Empatik yaklaşım, karşıdaki kişinin duygu ve düşüncelerini koşulsuz olarak kabul etmek anlamına gelmez. Bu anlamda “empati kurmak” karşındakini anlamak ve anladığın şeye saygı duymak sürecidir.

Empati, empatiyi kuran kişi için de önemlidir. Empatik olmanın kişiye kazandırdıkları bazı avantajları şöyle sıralayabiliriz:

* Diğer insanlarla daha çok yardımlaşır ve bu yüzden de çevreleri tarafından daha çok özlenir ve sevilirler.
* Ne zaman ve ne kadar konuşmaları gerektiğini, ne zaman geri çekilip, ne zaman hamle yapabileceklerini iyi bilirler ve sonuç her iki tarafında yararına olur.
* Olayları ve insanları okur, sağlam veriler toplar, önemli detayları fark ederek hareketlerini uyarlar ve böylece maksimum etki yaratabilirler.
* Farklı insanlar karşısında ne tür strateji ve taktikler kullanabileceklerini bilirler ve bu yüzden özellikle iş ilişkilerinde başarılı olurlar.

Empati geliştirilebilir...

Empati ölçülebilen ve geliştirilebilen bir beceridir. İşte size empati becerinizi geliştirebilmeniz için birkaç öneri...

* İyi bir dinleyici olun ve sadece cevap vermek için değil, anlamak için dinleyin. Anladığınıza emin olmak için sorular sorun.
* Sadece kulaklarınızla değil bütün duyularınızla dinleyin. Beden dili ve ses tonlarından iletişim halinde olduğunuz insanların duygularını okumayı deneyin. Farkettiğiniz duyguya neyin sebep olabileceğini anlamaya çalışın.
* Karşınızdaki kişinin derisinin altına girmeyi ve dünyayı onun gözleriyle görmeyi deneyin. Başkalarının duygu ve düşüncelerine saygı duyun.
* İnsanların sözlü olarak ifade ettikleriyle, beden diliyle ortaya koydukları duygular arasındaki uyuşmazlıkları fark etmeye çalışın.
* Kitap okurken veya film seyrederken karakterlerin neler hissettiklerini ve neden böyle hissedebileceklerini düşünün. Siz olsaydınız ne yapardınız?




Emptai kurmanın avantajlarından yukarıda bahsettim. Aslında ben pek bu avantajlardan faydalanamıyorum. Ama empati kurmak illa ki birileri tarafından sevilmek, yada iş hayatında başarılı olmak için kullanılan bir yöntem olarak kullanılmamalı. Benim için empati kurmak bir yaşam şekli. Elimde olmadan kendimi sürekli başkalarının yerine koyup onların duygularını yaşıyorum. Kim zaman kendimi iyi hissederken kimi zaman için ise kendimi çok daha kötü hissediyorum. Hatta bazı zamanlarda empati kurmanın bana zarar verdiğini bile düşünmüşlüğüm vardır. Bazı kararlar aşamasında olan, yada hayatında problemleri olan bir insan ile emptai kurduğum zaman kendime olmuş gibi üzülüyorum. Bu da aslında empati kurarken dikkatli olunması gerektiğinin bir göstergesi. Herkesin kendi bir hayatı var, yapılması gereken insanların duygularını anlayıp onlara anlayış gösterebilmek. Ve o anı karşındaki ile beraber yaşamak.

"Judie PAXTON ın yazmış olduğu kısa bir öykü de empatinin önemini gösteriyor bizlere....

Ortaokuldayken sınıf arkadaşlarımdan birisiyle ciddi bir tartışmaya girdim. Onun haksız olduğundan , kendiminse haklı olduğundan emindim.
Öğretmenimiz bize çok iyi bir ders vermeye karar verdi. Bizi bütün sınıfın önüne çıkardı ve onu masanın bir tarafına, beni de diğer tarafına yerleştirdi. Masanın tam ortasında yuvarlak , siyah renkli bir nesne vardı. O çocuğa nesnenin rengini sordu. Çocuk 'beyaz' diye yanıtladı. Söylediğine inanamadım , çünkü nesne siyahtı. Yeniden tartışmaya başladık ; bu kez de nesnenin rengi hakkında.
Öğretmen bu kez beni çocuğun yerine , onu da benim yerime geçirdi. Ve bu kez bana nesnenin rengini sordu. 'Beyaz' yanıtını vermek zorundaydım , çünkü belliki nesnenin bir tarafı beyaz , diğer tarafı ise siyahtı.
Öğretmenimiz o gün bana çok güzel bir ders verdi. Karşımdaki kişinin bakış açısını anlamam için , kendimi onun yerine koymam gerekiyordu...."


Yazarın Notu : Bu yazıda bir çok yerden alıntı yapılmıştır., fakat yazar kendi yorumlarını da eklemiştir

9 Nisan 2010 Cuma

FENERBAHÇE






Aslında konu çok erkeksi gözüksede tamamen farklı bir bakış açısı anlatacağım sizlere umarım hoşunuza gider.

Çok iyi hatırlıyorum ilk gittiğim maçı. Dayım bir sabah bizim eve gelip hadi seni maça götürüyorum dediğinde dünyalar benim olmuştu. Maça gitmek hep hayallerimi süslüyordu. Hem o zamanlarda bugünkü gibi koltuklar ısıtmalı stadlar tuvaletler bile yoktu. Neyse, dayım tek bir şart koşmuştu bana “ pantalonun altına pijama giyeceksin”. Eski Fenerbahçe stadına gitmiş olanlar bilir Çamlıca dan esen rüzgar insanların içini buz keserdi. Ben en nefret ettiğim şeylerden birini bile kabul etmek pahasına kabul ettim. O gün maçı kazandık hemde 7-0. ama ben gariban bunun sadece bir hazırlık maçı olduğunu bilmiyordum ki. O gün benim için bir milat idi, maça gitmeye başlanılan gün. Daha sonra ki yıllarda bu işin bir aile geleneği olduğunu daha iyi kavramaya başladım. Yıllar içinde özellikle dedem de gördüğüm şeylerden bu tutkunun nasıl bir şey olduğunu yaşayarak büyüdüm. Ve gün geldi bizim apartmanın adının neden KANARYA olduğunu bile anladım . 10 lu yaşlarda bir maça girmek için 8 saat yerde oturarak sıra beklediğimi bile bilirim hatta..

Gel zaman git zaman maça gitmek bir alışkanlık halini aldı. Anladığım tek bir şey vardı gittiğim yer benim için özel bir yerdi. Sıkıntılı bir dönemimde bir danışman bana şöyle demişti “ gece uyku tutmadığında yada gözlerini kapattığın vakit kötü şeyler gördüğünde mutlu olduğun bir yerde olduğunu hayal et” tahmin ettiğiniz gibi benim hayalim hep stadyum oldu. Tek başıma hiç bir şey yapmayı sevmeyen bir adam olarak tek başıma yaptığım tek şey maça gitmektir. Ararım arkadaşları kimse gelmiyorsa da atlar giderim. Nasıl olsa orası benim yerim Orada hep mutluyum. Okulda notlar mı kırık, kız arkadaşınla kavga mı ettin, işler mi bozuk, evde hanımla mı tartıştın, hayatın alt üst mü? Bunlar hiç umurumda olmuyor o mekanda. İçeri girdiğim anda bir değişik yerdeymiş gibi hissediyorum kendimi. Bir cins tedavi sanki benim için maça gitmek. İnsanların büyük çoğunluğuna garip geliyor “neeee maçamı gidiyorsun sen?” ne yapayım yahu 29 senedir gidiyorum. O mekan herkesin gerçek olduğu bir yer. Kimsenin birbiriyle bir çıkar ilişkisi olmayan, insanların birbirinden beklentisi olmayan bir yer. Bir gol atıyor takım ve herkes sarmaş dolaş. Yanınızdaki katil mi, hırsız mı, zengin mi, fakir mi umrunuzda değil. O anki mutluluğu paylaşıyorsunuz sadece. Bazen de tartışıyorsunuz yanınızdaki ile, adam belkide büyük bir firmanın genel müdürü ama ne önemi var benle yanyana oturuyor ve benden hiç bir farkı yok o anda. Maça gitmek benim için saf kendime ayırdığım vakit demek. Bunu sevdiğim kişiler ile paylaştığım zaman daha da mutlu oluyorum. Sırada oğlum var.......

Bağlayalım artık bu konuyu der gibisiniz sanki. Konunun bağlanacağı yer şu benim için. Ne kadar kendiniz gibi olabilirseniz o kadar mutlu oluyorsunuz hayatta. Ne kadar dış etkenleri, insanları umursamazsanız o kadar neşe hakim oluyor hayatınıza. Ne kadar maddi veya manevi kaygılardan uzak kalırsanız o kadar uzun yaşıyorsunuz. Belki de hayatımızı hep stadyumda gibi yaşamalıyız. Etrafımızda kim var kim yok önemsemeden, mutlu olduğumuzda yanımızdakine sarılmalı,kızdığımızda ise avazımız çıktığı kadar bağırmalıyız.